Barış için, rakip tarafların ikisinin de barış istemesi gerekir. Savaş içinse birinin savaş istemesi yeterli. Bu, matematikteki çarpma işlemine benziyor, bir tane sıfır, sonucu sıfır yapmaya yetiyor… Çünkü savaş ancak yıkım getirir
Hüseyin Bul
Kübra, birçok konuya derinlikli inen bir roman. Okuyucuyu rutinin dışına çağıran, farkında olmadan edindiğimiz alışkanlıklarımızla alay eden ve yaklaşmakta olan çağı haber eden bir eser. Şimdilerde edebiyat çevirilerinden tutun da yüzyıl önce yaşamış bir devrimcinin, halk kahramanın bugünkü halini ya da elli yıl sonraki halimizin ne olacağını tahmin eden yapay zekâyı merkezine alan, kontrol edilmezse, iyi programlanmazsa neticenin nerelere varabileceğini irdeleyen incelikle dokunmuş bir roman.
İnsana zaman ayrıldığında, dokunulduğunda göz göze gelindiğinde insan enerjisinin nasıl büyüdüğünü ve bu enerjinin terbiye edilmezse bencillik, narsistlik, kibir ve hırsla nasıl kontrolden çıkabileceğine güzel bir metin olmasının yanında Türkiye yakın tarihine göndermelerde bulunan mütevazı bir roman. Elbette roman hakkında söylenecek çok şey var ama belki birkaç soruyla bize ( okuyucuya ) yardımcı olabilirsiniz. Kendimce tespit ettiğim ya da böyle yorumladım diyebileceğim sorularım şöyle olacak.
- Öncelikle şunu sormak isterim-bence her şey sınıfsaldır- karakterlerin yaşadıkları muhitlerden anladığım kadarıyla sınıf farklılıklarına değinmişsiniz ve ‘ne yersen osun, nerede yaşarsan öyle düşünürsün’ önermesini okuyucuya bir alt metin olarak verdiğinizi düşündüm, yanılıyor muyum? Ne olur yanılmayayım, yanılırsam kendimi bıçaklarım.
Romanın iki paralel hikâyesinin kahramanları, ülkede aynı anda yaşanan iki farklı kültürün insanları. Sadece sınıfsal demek benim düşünceme göre eksik kalır. Roman açısından daha belirleyici olan, insanların dinsel inançla ilişkileri. Bu ait oldukları sınıfla olduğu gibi başka pek çok şeyle ilintili. Gökhan ve arkadaşlarının yaşadığı Ormancılar’ın İstanbul’un Anadolu yakasında, Datakraft tayfasının Maslak’ta, yani Avrupa yakasında olmasının da sembolik bir tarafı var.
- Romanın büyük bir kısmında beklediği Mesih’in gelmesiyle coşan, kafası kesilmiş tavuk gibi sağa sola saldıran (buradaki saldırma kötü manada değil, duygusal, teolojik bir açlık) bir güruh, topluluk var. Şunu anladım metinde, bu cenah hiç sorgulamıyor mu, lügatlerinde sorgulama yok mu, bunu günah mı sayıyorlar?
İnsan her şeyi sonsuza kadar sorgulayamaz. Bu sadece yoksul, eğitimsiz veya dindar kesimler için değil, herkes için geçerli. Herkes bir tür inanca tutunur. Bu inanç da kişinin içinde bulunduğu topluluğun inançlarıyla desteklenir. Eğer inancını sorgulamanın maliyeti, toplumdan dışlanmaksa, insan zihni hiç böyle bir çaba içine girmez.
- Kübra’nın iktidarı ele geçirme çalışmaları bana çok tanıdık geldi. Hatta romanda bir yerlerde bir bölgenin elektriği birilerinin menfaati için kesilince trafoya kedi girmesi gibi bir şey gündeme geliyor. Romanın birçok göndermesi olduğunu düşünüyorum, burada da iktidarı ele geçirmeden, trafoya kedi girmesine kadar ciddi bir kurgu var, ne dersiniz?
İşin doğrusu romandaki elektrik kesintisiyle trafoya kedi girmesi arasındaki benzerlik rastlantı oldu. Ama elbette romanda yakın tarihe pek çok gönderme var. Okuyucuya kitapta anlatılan beklenmedik ve olağandışı durumun pek de olasılık dışı olmadığı, zira pek çok kez benzerlerinin yaşandığı üzerine küçük hatırlatmalar.
- 238. sayfada, “Baskıdan, sömürüden, ayrımcılıktan, kapitalizmden, faşizmden bahsetmiyordu Gökhan. Anlamı az bilinen sözcükler kullanmıyordu, herkesin anlayabileceği dilden konuşuyordu,”diyorsunuz. Burada sola bir eleştiri algıladım; yıllardır alengirli sözcükler kullanarak ne kadar entelektüel olduğunu göstermenin dışında bir türlü halka ulaşamamayı yerdiğinizi anladım. Bunun diğer ayağında da halk düz, basit şeyleri mi seviyor, sahipleniyor?
Sol eleştirisi demek fazla iddialı olur. Sol düşünce, yapısı gereği biraz daha karmaşıktır. Basitleştirmeye çalıştığınızda istediğinizin tam tersi yöne savrulabilirsiniz. Halk elbette basit şeyleri karmaşık olana tercih eder. Ancak boğuştuğu sorunların basit çözümü olmadığına ikna olduğunda karmaşık çözümlere ikna olur. Bunu anlatabilmek kolay değil. Gökhan’ın peşindekiler ise, ne Gökhan’ın vaat ettiklerini nasıl gerçekleştireceğini, ne de tam olarak neyi vaat ettiğini sorguluyor. Onun Allah tarafından seçildiğine ikna olduktan sonra, ne yapsa doğru yapacağına inanıyorlar. Tartışmasız bir lider ve ona kayıtsız şartsız bağlı bir topluluk, öyle etkili bir güçtür ki, eşitlik idealinin bununla rekabet etmesi çok zor. Ama solun şansı yok demek istemiyorum. Bilakis, tarihsel bağlamda dünyayı değiştirme gücüne sahip olan, daha çok sol düşüncedir.
- Solun içinde olduğu gibi ironik bir şekilde isimlendirdiğiniz ‘semavi’ cephesinde de her zaman daha şahin bir kanat oluyor. Romanda göreceli de olsa, bir anlık da olsa sanki şahin kanat baskın geliyor. Devir diyalog ya da iletişim çağıymış gibi geliyor bana ama gerçek hayatta sanki kaybeden bunlar yani şahinler, ne dersiniz?
Barış için, rakip tarafların ikisinin de barış istemesi gerekir. Savaş içinse birinin savaş istemesi yeterli. Bu, matematikteki çarpma işlemine benziyor, bir tane sıfır, sonucu sıfır yapmaya yetiyor. Kısa vadede şahinler avantajlı, çünkü karşı tarafı savaşmaya zorlayarak kendi saldırganlıklarını haklı çıkarabiliyorlar. Ama uzun vadede kaybetmeleri kaçınılmaz, çünkü savaş ancak yıkım getirir.
- Bir de romanın merkezlerinden bir olan beyin göçü meselesi var. Berk’in kıymetinin bilinmemesi hatta cezalandırılması üzerine ülkeyi terk etmek zorunda kalması… Ne dersiniz bu coğrafyada tersine göç mümkün mü, o ışığı görüyor musunuz?
Yabancı olmak kolay değil. Giden herkesin aklının bir köşesinde dönme düşüncesi vardır. Ama, mevcut iktidar iktidarda kaldığı sürece tersine beyin göçü mümkün değil maalesef. Türkiye’de doğrudan eğitimli kesimi, bilimi, sanatı düşman gören bir iktidar anlayışı var. Bunun etkileri her yere sirayet ediyor. Eğitim sistemi enkaz halinde. Sağlık sistemi dökülüyor. Gidenler, kendileri için olduğundan çok çocukları için, kendilerini mecbur hissettikleri için gidiyor.
Romanda kurtarılmış bölgelerden bahsederken burada nereyi düşünerek yazdınız, nihayetinde kurgu da olabilir elbette ama ben sanki gerçek hayatta bir karşılığının olduğunu düşünüyorum.
Belli bir olaya gönderme yok. Ama gerçek hayatta karşılığı, benzerlerinin yaşanmışlığı var elbette.
- Kural tanımaz, insan hakkını gözetmez polislerin sağ yakaladıkları silahsız insanları bile infaz etmesi, homofobik ön yargılarından tahammülsüz davranmaları ne yazık ki çok sık karşılaştığımız, duyduğumuz olaylar. Bunu ‘semavi’ hareketine karşı da yapıyorlar. Ne dersiniz bu gibi insan hakları ihlallerinin temelinde suçluysa her şeyi hak ediyor mantığı mı yatıyor?
Devlet kendi otoritesine yönelik bir tehdit gördüğünde, hak hukuk tanımadan eldeki her türlü imkânla o tehdidi ortadan kaldırmaya çalışır. Bu, bütün devletlerde olan ama Türk devletinde biraz daha fazla olan refleks. Romanın o bölümlerinde, biraz da gerçekte yaşananlardan ilham alarak, olabildiğince gerçekçi olma kaygısı vardı. Bütün bunlar Türkiye’de yaşansa devletin tavrı nasıl olur diye düşününce buna varıyorsunuz.
- Son olarak şunu da soracağım ve değerli zamanınızı çok almayacağım. Aslında romanın teması itibariyle daha çok makineleşme, yapay zekâ, makinelerin, robotların iktidarı ve insansız araçlar üzerine konuşmamız lazımdı ya ben şunu da merak ettim. Deniz’in cezaevinde tanıştığı karakterden dolayı Haziran hareketine bir selam gönderdiğinizi düşünebilir miyiz?
Sanırım Haziran Düzkan’ın personası kafamda canlandı o karakterin ismini koyarken. Ama Gezi’ye bir selam gibi düşünülmesinde hiçbir sakınca yok.