Satranç oyununun mucidi olan bilgenin öyküsüne her zaman hayranlık duymuşumdur. Hikâye evvel zamanların Hindistan’ında geçer ve isimsiz bilgeyi satrancın buluşuna sürükleyen esas sebep ebedi barış tasasıdır.
Rivayete göre, yine evvel zamanların Hindistan’ında yaşayan kudretli bir kral savaşlara olan düşkünlüğü nedeniyle kundakların birçoğu sabisiz ve oyunların birçoğu çocuksuz kalmış. Çünkü kralın en büyük zevki savaş ve ona dair stratejileri geliştirmekmiş. Kralın sefası için yıllarca süren savaş karşılıklı olarak bütün halkları derin bir sefalete sürüklemiş. Barışın hiçbir haline sevinmeyen kral sebepsiz yere her gün başka bir komşusuna sataşıp, savaş açıp dururmuş. Seneler süren savaşların sonucunda yorgun ve perişan düşen halk içten içe isyanlara başvurmuş, ama güçlü bir birlik oluşturmadıkları için kimi ölüme, kimi ise zindanlara terkedilmiş. Kralın savaş sevdası ve kana olan doyumsuzluğu artık öyle bir noktaya ulaşmış ki halk çaresizlik içinde kâhinlerin peşine düşmüş ve günün birinde yolları, çağın en yüce bilgesine düşmüş.
Hint diyarının yüce bilgesi halkın içine düştüğü durumu gözleriyle görünce hemen işe koyulmuş ve halkın derdine bir çare bulmak için çalışmaya başlamış. Evinin içinde bulunan binlerce kitabın bile savaş düşkünü kralı ikna edemeyeceğini bilen bilge, düşünmek için halktan biraz zaman istemiş. Bilge, kralı mantıklı bir zemine çekmenin olanakları üzerine düşünürken, kafasının içindeki ilk kandiller yanmaya başlamış. Önce bir kralın saraya giden yolunu aklından geçirmiş ve kral olmak için kıstasları düşünmüş: “Kral olmak için özel bir şey yapmanıza gerek yok, bir kralın oğlu olmak yeterli, ne rakip, ne seçim, ne de halk onayı gerekir”. Bilge bu tespitleri yaptıktan sonra kendini iyice eve kapatıp düşüncelerin efkârına düşmüş.
Bilgenin kapısında umutla bekleyen halk aynı zamanda bir arada olmanın gücünü de hissederek şerre karşı seslerini hafiften yükseltmeye başlamış. Ama her zaman olduğu gibi, cesaretleri kralın korkusuna yenik düşmüş. Uzun bir bekleyişin sonunda bilgenin kapısı açılmış ve halkla birlikte kralın sarayına doğru yola çıkmışlar. Karl, namı daha önce kendisine ulaşmış olan bilgeyi tahtında karşılayıp, ziyaretinin sebebini sormuş. “Kıymetli kralım size çok seveceğiniz bir hediye getirdim” deyip, kucağındaki kutuyu kralın önüne koymuş. “Yoksa içinde büyümü var, zehirli yılan mı var?” diye kuşkuyla sormuş kral. Ama bilgenin bilgeliği olası aksilikleri mantık yoluyla çözecek kadar engin olduğu için kralı telkin etmiş. Bilge kralın önünde duran kutuyu yavaşça açmış ve içinde bulunan değişik şekillerdeki taşlar kralın gözlerine ilişmiş. Aklı tamamıyla savaştan yana olan kral ne kutuya, ne de taşlara bir anlam verememiş, ama bilge sabırla oyunun derinliğini anlatmaya başlamış: “Kralım siz savaşmayı çok seviyorsunuz, bu sebeple size aynı gün içerisinde defalarca savaşma imkânı verecek bir oyun getirdim. Ufak taşlar halkın yoksul çocuklarından oluşan askerleriniz. İki tane atlı birliğiniz ve iki de filli müfrezeniz var. Yine aynı şekilde iki tane savaş arabanız var ve siz de her zaman olduğu gibi yine oyunun Şahısınız! Tabii ki hemen yanı başınızda da veziriniz hizmet için yanınızda duruyor” demiş. Bilge taşların diziliş ve hareket yönlerini anlatırken, “tahtanın karşı tarafında duran düşman amansız bir savaş için sizi bekliyor” derken, gerçek savaşın kralın gözlerinden nasıl uzaklaştığını sezmiş. Kral oyunu öyle sevmiş ki bir daha halkına ve komşularına saldırmamış, çünkü satranç tahtasında savaşmanın hem masrafsız hem de daha eğlenceli olduğunu idrak etmiş. Böylece evvel zamanların Hindistan halkı, savaşı oyun sanan o beladan kurtulmuş.
Günde birden fazla savaşı kazanmanın heyecanı içinde olan kral, bilgeye “dile benden ne dilersen!” demiş. Dünya malında gözü olmayan bilge, halkın açlık ve yoksulluğunu dindirmek için kraldan sadece pirinç istemiş. Bunu duyan kral hemen kızmış ve “sana altın, elmas, malikâne vermeye hazırken, sen sadece pirinç istiyorsun” demiş. Ama bilge ödül olarak kraldan satranç tahtasının ilk karesinin üzerine bir, ikinci karenin üzerine iki, üçüncü karenin üzerine ise dört pirinç koymasını ve bu biçimde sayıları her seferinde ikiye katlayarak satranç tahtasının bütün karelerini pirinçle doldurmasını talep etmiş. Kral bunun karşısında bilgenin bilgeliğinden şüphe duymaya başladığı için gülmeye başlamış, ancak bilgenin isteğini yerine getirmek için gereken miktarda pirinci bir araya getiremeyeceğini anlamış. Çünkü ne kendinin ne de dünyanın bütün krallarının serveti yetmeyecek kadar çokmuş. Bilgenin talep ettiği pirincin toplam miktarı bin yıl boyunca üretilecek kadar çokmuş. Böylece savaş oyununa dalan kral hayatın gerçek hesap ve denklem aritmetiğini öğrenmek için bilgenin kadim bilgeliğine varını yokunu satranç tahtasına koymuş.
Bilgenin hikayesinde de görüldüğü gibi savaşları sonlandırmak öyle düşünüldüğü gibi kolay bir iş değildir, yaşadığımız kadar zordur. Ama mücadele ve gönüllü istenç insanlığın tarihi kadar eskidir ve muhtemelen varlığının son anına kadar da devam edecektir. Bunun en bariz örneği yine evvel zamanların Hindistan’ında 1500 yıl sonra İngiliz sömürgesine karşı başka bir Hint bilgesi Gandi’nin başlattığı şiddetsiz barış felsefesidir. Tam da satrancın mucidi olan kadim bilge gibi o da İngilizlerin zindanını bir düşünce mabedine çevirir ve nefsini açlıkla terbiye ederek, büyük bir tefekkür içinde yeni bir barış tahtasıyla tarihin sahnesine çıkar. Onun o şiddetsiz eylemi ve bilge duruşu karşısında ne İngilizlerin savaş hileleri, ne altını, elması durabildi, ne de müttefiklerinin kaba gücü. Zulme karşı ses çıkarmamanın zalimin yanında olma anlamına geleceği beyanı bütün dünyada bir hak arayışı çağrısı oldu. Ne zalim olunmalı, ne de mazlum olunmalıdır. Bilgeliğiyle başlattığı mücadele, halkını özgürlüğe ve bağımsızlığa kavuşturdu. En önemlisi ise, savaş düşkünü sömürgeci rejimi bir daha geri dönmemek üzere evlerine gönderdi. O bunu yaparken evvel zamanların Hindistan’ındaki hem o kraldan hem de satrancın mucidi olan bilgeden haberdardı, İngiliz krallarını satranç tahtasında zorladı ve o bilgelik üzerinden mücadelesini inşa ederek zalimleri mağlubiyete uğrattı.
Bugün evvel zamanların Hindistan kralının yaptığının aynısını üzerimizde uygulamaya çalışan yeni kralların savaş oyunlarını durdurmanın yegâne yolunun, onları satranç tahtasına yönlendirecek bilgeliğe ulaşmaktan geçtiğini bilmeliyiz. Aksi takdirde onların savaşa olan açlıkları hiçbir zaman dinmeyecek, beşikler bebeksiz, oyunlarıysa çocuksuz kalacaktır. Onun için yeni kahinlerin peşine düşmeye gerek yok, hepimiz mevcut bilgenin kapısının önünde umutla beklemeliyiz, birbirimize dokunarak güç almalı ve savaş düşkünü kralı satranç tahtasına zorlamalıyız. Bunu yaparsak insanın insan olma kıstasını yerine getirmiş olacağız.
Bugün, Hindistan’dan çok uzak olmayan kadim Kürdistan’da da bilgeler zindanlarda nefislerini açlıkla terbiye edip tefekkürle çıkmayı bekliyorlar. Bilgenin kapısını açmak için onun barışseverliğini, kin ve nefrete olan mesafesini idrak edersek bunu başarabiliriz.
Barışı düşünmek ve savunmak bile kralın savaş oyununu bozan önemli bir beyandır. Şiddete başvurmaksızın temel hak ve özgürlükler mücadelesini vermek barış kültürünün en önemli ayaklarından biridir ve bu kültür zararsız ve maliyetsizdir, tıpkı satranç tahtasındaki savaş gibidir. Ne yazık ki üzerinde yaşadığımız bu coğrafyada uzun bir süredir savaş düşkünü kralların kültürü hâkimdir. Sadece içeride değil, dört bir tarafımızda birbirine benzeyen krallarla doludur coğrafyamız. Kralların savaş hevesini sonlandırmak için bilgelerin yolundan gitmeliyiz. Onun için 64 kareden oluşan satranç tahtasını kurup ilk karesinin üzerine bir insanı, ikinci karenin üzerine iki insanı, üçüncü karenin üzerine dört insanı koyarak, sayıları her seferinde ikiye katlayarak satranç tahtasının bütün karelerini insanlarla doldurmalıyız. Ancak böyle bir niteliksel insan kalabalığına ulaşarak kralın kanlı savaş oyunu bozabiliriz.