Görünen köy kılavuz istemez derler. İki hafta önce bu köşede “AB’nin Erdoğan başkanlığındaki Türk hükümetini hizaya sokmak ve bilhassa Doğu Akdeniz’de geri adım attırmak için bir dizi tedbiri uygulamaya hazırlandığını” ve “Bozkurt yasağı” tartışmalarının 10 Aralık Zirvesi öncesinde baskıyı artırmaya yarayan yeni bir Şartlı Rehin olduğunu tespit etmiştik. Aynı zamanda Alman devletinin Türk faşistlerine karşı, Kürt kurumlarına karşı gösterilen kararlılığı göstermeyeceğini de. Nitekim geçen Cuma günü Alman medyasında yayınlanan haberler bu tespitimizi kanıtladı.
Öncelikle Türk faşistlerinin Avrupa’da kurdukları yapılanmaların yasaklanacağını düşünenlerin yanıldıklarının ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Federal İç İşleri Bakanlığı’ndan sızdırılan bilgiler, “yasakların gözden geçirilmesinin kolay olmayacağına” ve “belki bir-iki radikal derneğin eyaletlerce yasaklanabileceğine” dair muğlaklığa işaret ediyor. Bilgilerin sızdırılmasının nedeni belli: Alman devleti böylece faşist yapılanmaların boyunlarındaki tasmayı sıkılaştırdığını, ama aynı zamanda da Erdoğan’ın bir hafta önceki “Türkiye’nin geleceği Avrupa’dadır” söylemini olumlu yanıt olarak gördüğünü göstermektedir.
Ancak Alman devletinin Türkiye’yi 10 Aralık AB Zirvesi’nde sert yaptırımlardan koruyabilmesi için soyut söylemden fazlasına, yani somut adımlara ihtiyacı var. Türk hükümeti AB’nin elindeki Şartlı Rehinlere bekledikleri somut adımlarla yanıt vermediği müddetçe, 10-11 Aralık Zirvesinde karar altına alınacak yaptırımların bedeli yüksek olacak gibi görünüyor.
AB’nin Türkiye’den hangi somut adımları beklediğini, gene Cuma günü basına demeç veren AB Konseyi Başkanı Charles Michel açıklamıştı. Michel, “AB Ankara’ya Ekim ayında olumlu bir teklif yaparak, ilişkileri iyileştirmeyi önermişti. Bunun ön koşulu da Türkiye’nin provokasyonlarını sonlandırmasıydı. Ama tek yanlı tavırlar ve düşmanca retorik devam etmektedir. Şimdi ise AB elindeki tüm araçları kullanmaya hazırdır” diyordu.
Görüldüğü kadarıyla sert yaptırımlara dair bu açık tehdidin temel nedeni Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yürüttüğü ve AB tarafından “illegal” olarak tanımlanan sondaj çalışmalarıdır. Aynı şekilde Türkiye’nin Kıbrıs’ta dayattığı “iki devletli çözüm” önerisi de reddedilmekte ve bunlarla birlikte Türkiye’nin Libya’da, Suriye’de ve Kafkaslarda yürüttüğü politikalardan duyulan rahatsızlık ifade edilmektedir.
Yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için, bir konunun altını çizelim: Elbette komünistlerin, devrimci-demokrat kesimlerin Türk devletinin yayılmacı siyasetini destekleyecek hâlleri yok. Ancak bu da Avrupalı emperyalist güçlerin dikte ettiklerinin doğru kabul edileceği anlamına gelmez. Dayatılan yaptırım tehditlerinin sahiden yenilir-yutulur tarafı yok. Eğer hâlâ AB’nin yardımıyla Türkiye’de demokrasinin tesis edileceğini düşünen varsa, fena yanılıyor demeliyiz. Çünkü nihâyetinde Avrupa ve Türkiye’deki egemen sınıflar bir biçimde anlaşarak, aralarındaki çelişkileri çözmeye çalışacaklar. Gerçi manivela gücü Avrupalı emperyalistlerin elinde, ancak sonunda bulacakları hangi çözüm olursa olsun, bedelini her halükârda Türkiye halklarına, ezilen ve sömürülenlere ödetecekler.
Türk devletinin geri adım atması için verilen »iktisadi avantajlar« ve “Gümrük Birliği’nin genişletilmesi” vaatlerinin kimin çıkarına olacağını söylemeye gerek var mı?