Bir çocuğun daha (Narin) hunharca öldürülmesi üzerinden rating/takipçi/izleyici sayısına tavan yaptırarak rakip habercileri ve medya kuruluşlarını geride bırakma uğruna skandal manşetlerle adeta bir mide kaldırma ve kafa bulandırma yarışması sergileyen yandaş ve muhalif bilumum medya, ‘teğmenler vakası’nın sonuçları konusunda daha temkinli davranıyor. Örneğin o vakanın hemen öncesinde, Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının adları anons edildiği halde Erdoğan ve efradıyla birlikte sahneye çıkmamaları ile Harbiye vakası arasında bağlantı ihtimali üzerinde durulmadı. Henüz mesele, Erdoğan’ın “birkaç tane kendini bilmez” olarak nitelediği bir kurbanlar listesi hakkında hukuki inceleme başlatılması düzeyinde ele alınıyor. Bu hukuki/siyasi mütalaayı izlemesi muhtemel tasfiye dalgası, Kemalist muhalifleri geriyor. Onlara göre Kemalizm, harbiyenin ve ordunun mayasında var ve oraya siyasi müdahalede bulunmak, ordu içi huzursuzluk ve kutuplaşmadan başka bir anlama gelmiyor.
Belli ki Erdoğan meseleyi, öncelikle yeni bir askeri darbe tehlikesini tetikleme riski içeren bir ‘başıbozukluk’ durumu olarak kurgulayarak fazla büyütmeden bastırma kararı almıştı. Ama olayın yalnızca CHP tarafından karşılanma şekliyle kalmayıp hükümet sözcüsünden AKP ve MHP milletvekillerine ve saray danışmanlarına kadar yayılan bir tartışmaya yol açtığı gözlemi üzerinden sertleşmekten başka bir seçenek olmadığı sonucuna varmış olmalı. Birkaç günlük suskunluğun ardından “Kılıçları kime sallıyorsun?” diye başlayan tehditkâr çıkışının mekânı olarak, imam hatipliler kurultay salonunu tercih etmesi, gerilimi tırmandırma kararının da göstergesiydi. Hemen ardından, İzmir’de İzlanda’yla oynanan milli maç sırasında tribünlerde “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı duyuldu. Kemalistler, siyasal İslamcı iktidarın restini gördükleri mesajı veriyorlardı.
Bu vakanın, ordu içi bir başıbozukluk/huzursuzluk, ordunun bir kanadıyla siyasi erk sahipleri arasında darbe tehdidi içeren bir gerginlik, farklı siyasi aktörler/kurumlar arasında bir hesaplaşma gibi sonuçları içinde barındırdığı gözleniyor. Ama bunların da ötesinde, toplumu artan oranda hızla içine çeken yeni bir siyasi saflaşmaya yol açması da beklenmelidir. Tanzimat’tan bu yana Türkiye’nin Doğu-Batı yarılma eksenini oluşturan geleneksel yarılmanın yeniden tetiklenmesi anlamında yeni bir toplumsal saflaşma. Cepheler, 1990’ların sonunda kaldığı yerden laik düzen-Şeriatçı tehlike algısı canlandırılarak bir kez daha tahkim edilirken 21. Yüzyıl’da yaşananlara ilişkin alternatif anlatılar da birbiriyle yarışacağa benzer.
Muhalif söylemde de iktidar söylemindeki eski ve yeni Türkiye imgeleri artık yerleşti: Erdoğan öncesi ve Erdoğan çağı. İktidarın pozitif anlam yüklediği ‘yeni Türkiye’, muhalif söylemde haklı olarak tam tersi negatif anlam kazanıyor. Buna karşın, iktidarın ötekileştirdiği ‘eski Türkiye’ (camiler ahıra dönüştürüldüğü, başörtülü bacılara zulmedilen, ekmeğin karneyle satıldığı, buzdolabının olmadığı vb. bir karanlık çağ imgesi), muhalefet tarafından giderek daha çok nostaljik dokunuşlarla idealize ediliyor (laik, demokratik, ilerleme, kalkınma, modernleşme yolunda bir ülke). Bazen, kantarın topuzunu kaçırarak yitik bir ‘altın çağ’ özlemi hissiyatı bile oluşturabiliyor. Örneğin solu temsilen konuşan bazı figürler, Süleyman Demirel’i ya da Ecevit’i şimdikiler gibi görgüsüz olmadıkları, ‘gerçek devlet adamı’ olduklarından dolayı sık sık hasretle anabiliyorlar. Biri Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamından öteki ‘hayata dönüş’ katliamından birinci derecede sorumluyken…
Gerçek dışı oluşu bir yana eleştirel bakış ihtimalinin önünü tıkayan bir ikilem söz konusu. Ya o ya da bu ikilemi. Ortası yok. Yakın tarih üzerine bu karşıt kurguların birbiriyle yarıştığı esnada 44’üncü yıldönümünde 12 Eylül darbesini hatırlamak durumunda oluşumuz oldukça manidar. Sadece bu rastlantı bile, Erdoğan-öncesinin parlak ve övünülecek bir altın çağ olduğu iddiasında büyük bir gedik açabiliyorsa, 15 Temmuz sonrası OHAL dönemini de çağrıştırması kaçınılmaz. Kürt açılımının sonlanışı ardından Cizre, Nusaybin, Sur … Bunlar da ‘Erdoğan çağı’nın sabıka kaydına yazılı. Yani ne Erdoğan Türkiye’si muhteşem ne de Erdoğan öncesi çağlarda içinde yaşanılabilecek bir ülke mevcuttu.
Bu ikilem üzerinden kurgulanan yakın tarih anlatıları sonucunda varılacak yer bir uçtan ötekine sürekli salınan bir sarkaç metaforuyla resmedilebilir. Bir uçta Kemalistlerin övdüğü laik, demokratik, modern bir kozmos, öteki uçtaysa İslamcıların inşa etmekte olduğu ‘yeni Türkiye’. Tanzimat’tan bu yana bu sarkaç bir uçtan diğerine sürekli salınma halinde. Tarihin bir anında bir tarafa, başka bir anında diğer tarafa yakın. Tam ortada durdurulabilse mükemmel bir Türk-İslam sentezine kavuşabiliriz; ama ne yazık ki salınım sonsuz. Sarkacın bir ucunu öteki uç ‘askeri vesayetçilik’ nedeniyle anti-demokratik olmakla suçlarken, öteki uç da birinciyi çağdışılık ve gericilik nedeniyle anti-demokratik olmakla suçlamaktadır. Ama iki tarafı birleştiren tek özellik aslında demokrasiyle aralarında bulunan eşit mesafedir. Özünde Türk milliyetçisi bir sarkaç olmanın kaçınılmaz sonucudur bu. İki uç da her daim milli menfaatler namına var olduğu iddiasında. Toplumun değil ‘milletin’ menfaatleri. Her iki ucun da ötekine yönelttiği en temel suçlama milli ‘mefkureden’ sapma. Demokrasi, hak ve özgürlükler, ekonomik refah gibi toplumun çıkarları ve yararıyla ilgili unsurlarsa her iki uç bakımından da milli mefkure mevzubahis olduğunda ‘teferruat’ olacaktır.
İşte zamanımızda yeniden alevlenmenin eşiğinde olan laikçi-İslamcı saflaşması, iki ucu da son tahlilde Türk milliyetçisi ve öyle olduğu orada da anti-demokratik bir salınım içindeki o sarkacın topuzunu çekiştirme mücadelesine sahne olacaktır. Bu durumda, her daim olduğu üzere toplum, bu iki uç arasında tercih yapmaya mahkum olur. Oysa toplumun ihtiyaçları ne askeri vesayet ne de teokratik diktatörlüktür. Radikal demokrasi, bu sarkacı parçalayıp atma iddiası taşıyamaz ama aynı tavandaki aynı noktaya başka bir sarkaç çakabilir. Onun salınımı, geleneksel olanı dikine kesecek şekilde demokrasi ve anti-demokrasi uçları arasında olacaktır.
Malazgirt, Büyük Taarruz, 12 Eylül üzerine tartışmalar içinde 6/7 Eylül 1955 pogrom ve katliamının bir kez daha gündem dışı bırakılarak hatırlatılmaması başarılmış oldu. Bu, düzenin sarkacına radikal demokratik müdahale ihtiyacının açık bir göstergesidir.