Hazar Aksoy
Basın-yayın dünyasında 40 yılını devireli epeyice olmuş biri olarak, kendimi hem çok şanslı hem de çok şanssız bulurum. Kitaplara, dergilere, gazetelere her zaman çok yakın olduk. Okuduk, yazdık. Yazdıklarımız, okunsun diye bekledik. Onlara ulaşmamız kolaydı; ama yapmamız gereken o kadar çok şey vardı ki, okuduklarımız sadece işimiz olanları aşamadı kimi zamanlar. Hele hele kafamızda düzelttiğimiz tashih hataları yüzünden keyifle okuyamadığımız kitaplar oldu.
Örneğin bir süredir aklımda olan, “Sarı Zarf”ı okumak bile, ancak birkaç gün önceye nasip oldu. Oysa Akın Birdal’ın otobiyografisi diyebileceğimiz bu kitap, çıkalı neredeyse birbuçuk yıl olmuş. (Şu anda 3. baskıda olan kitabın ilk baskısı Ekim 2018’de yayınlanmıştı) Birçok ulusal ve uluslararası kitap fuarına katılan ve okuyan kişilerin çok güzel değerlendirme yazıları kaleme aldığı kitabı halen okumamış olmayı yoğunlukla gerekçelendirmek pek doğru bir şey olmasa gerek. Biyografi kitabı okumasını severim.
Hele hele Akın Birdal’ınkini okumak çok güzel duyguydu. Kitabı elime aldığım gün bitirebilirdim. Ama frene bastım; içime sindirebilmek için. Yine de ikinci günün ortasında sona erdi kitap. Biyografi kitaplarına aslında çok ihtiyacımız var. Tamam az ya da çok şekilde yazılanlar nesnel değil, özneldir ama yine tarihi yazmak için kimi başlangıç noktaları bulabilirsiniz. İpuçlarını yakalayıp, en nesneline yakın bir tarih yazmak bize -ya da gelecek nesillere- kalır. O nedenle kendisine şükran borçluyuz. Akın Birdal’ın yaşam öyküsü sadece sol-devrimci çevrelerde değil, sağ çevrelerde bile epeyice bilindiği için burada özetlemeye kalkacak değilim; ancak beni en çok etkileyen bölüm -olup biteni neredeyse en ayrıntısına kadar bildiğim halde- saldırıya uğramasında gösterdiği muazzam soğukkanlılıkla, kendisini en kısa zamanda hastaneye götürtmesiydi.
Tamam onu öldürmek ya da öldürtmek isteyenlerden çok fazlayız; onun yaşamasını ve mücadele etmesini isteyenler olarak. Ancak o, kendisi için en kıymetli saniyeleri yönetmeyi çok iyi bilmişti o anda. Sarı Zarf, Akın Birdal’ı oluşturan aile-okul ortamını anlatıyor. Mücadelesini özetliyor.
Üzerinden askeri darbeler, modern zaman darbeleri geçen dönemleri anlatıyor. Bu yüzden sadece mücadelenin yükseldiği ve keyfimizin yerinde olduğu dönemleri değil, geçim sıkıntısını aşmak için – bakkallık gibi- ilgisiz işlerin yapıldığı yılları da anımsatıyor. Ama kitapta benim acı acı güldüğüm bir nokta ise aralarında uzunca yılların olduğu karşılaşmalardaki Rahşan Ecevit’in tavrı oldu, her nedense…
Kitabın güzelliklerinden biri de, yaşanılan iyi ve zor günlerin neredeyse hemen hepsine ait fotoğrafların olması. Pek çok solcu-devrimci gibi arşivci yanı varmış Akın Birdal’ın. Yıllarca parti ya da meslek örgütü bildirisi yazmak zorunda kalışı sayesinde olabilir; çok berrak bir Türkçesi, anlatımı var. Sevgiye, saygıya ve başarıya tok biri olmaktan kaynaklanıyor olsa gerek; ironisi de çok iyi.
Kalemindeki ironisine ben şahsen “Sol Elim” kitabından aşinaydım. Sarı Zarf öncesinde yazılmış “Can Suyu” ve “Petula” kitapları da okuyacaklarım arasında olmalı, bundan sonra. Ancak belki de bunlardan bile daha fazla merakla beklediğim başka kitapları var: Akın Birdal’ın bundan sonra yazmayı ve yayımlatmayı umduğu beş kitabı… Bu kitapların en başında da Ankara-Ulucanlar Cezaevi’nde kalırken tanıştığı Kürt mahpusların yaşam öykülerini içeren “Heval’in Kitabı” olacak galiba…