Baştan söyleyelim: Olmaz! Geçen gün Hristiyan Demokratik Birlik Partisi CDU’nun başkanı ve geleceğin muhtemel Şansölyesi Annegret Kramp-Karrenbauer’in yaptığı “Almanya’daki ekonomik durumun iyi olması ve Fransa ile farklı siyasî geleneklerimiz nedeniyle Almanya’da Sarı Yelekliler benzeri bir protesto hareketi olanaksızdır” açıklamasını doğrulamak için böyle yazmıyoruz. Kramp-Karrenbauer kendince haklı ve yaptığı açıklamayı hem tekelci burjuvazi hem de çalışan sınıflar açısından okumak gerekiyor.
Bir kere Almanya ve Fransa’daki kapitalist gelişme süreçleri arasındaki önemli farklılıklar, her iki ülkedeki işçi sınıfı ve sendikal hareketin mücadele biçimleri ve geleneklerinin farklı gelişmesini belirlemiş durumda. Fransa’da devletin merkezî örgütlenme biçimi ve kilit sanayii sektörlerindeki üretim araçlarının mülkiyetinde olan yüksek pay oranı, devlet başkanını ve hükümetini doğrudan sendikal mücadelenin muhatabı ve hedefi yapıyor. Çalışma ve ücretlendirme koşullarında veya sosyal güvence ve emeklilik gibi konularda gerçekleştirilmesi istenilen her iyileştirme için düzenlenen grev ve protesto gösterilerinin adresi doğrudan devlet olduğundan, devlet de baskı aparatı üzerinden siyasî greve siyasî yanıtını veriyor.
Almanya’da ise durum tamamen farklı. Doğru, her iki ülkede de kapitalist devlet burjuvazinin sınıf tahakkümünün bir aracı, ancak koşullar farklı. Alman sendikal hareketi, SPD’nin 1949’dan bu yana sisteme koopte edilmesi üzerinden ehlileştirildiğinden, Fransa’dakine benzer mücadele biçimleri söz konusu olmuyor. Kaldı ki Almanya’da siyasî grev yasağı betona dökülmüş durumda. Sendikaların ve işveren örgütlerinin eşit sayıdaki temsilcilerinden oluşan bir komisyon her yıl (saat başı) asgarî ücreti belirliyor ve bir eyalette imzalanan toplu iş sözleşmeleri (genelde) ülkenin her tarafında geçerli oluyor. Ayrıca Almanya’nın federatif devlet yapısı, eyalet hükümetlerine Federal Hükümete ve Federal Parlamentoya karşı bölgesel ve tekil çıkarlarını kollama olanağı sağlıyor.
Alman sendikalarının, bilhassa Ren Kapitalizmi döneminde bakanlık ve parlamento komisyonlarında yer almaları, yasaların düzenlenmesinde söz sahibi olmaları, hatta profesyonel sendikacıların aynı zamanda milletvekili de olmaları, “sosyal devlet” anlayışının büyük kazanımı olarak görülüyor. Elbette bu kazanım sadece mücadele ile elde edilmedi – Almanya Federal Cumhuriyeti’nin reel sosyalizmin cephe ülkesi olması, egemen sınıfların bu tavizleri vermesinin en temel nedeniydi. Zaten Almanya’daki ve genel anlamıyla Avrupa’daki “sosyal devlet” anlayışı, kapitalizmin reel sosyalizmin varlığına vermek zorunda olduğu bir yanıttı.
1989/1990 karşı devriminden bu yana bu yanıta gerek kalmadı, ancak Alman sendikalarının etkin konumu değişmedi. Değişen, sendika yönetimlerinin sistemin devamlılığını sağlamak için 1990’lardan önce olduğundan daha yoğun çaba göstermeleri oldu. Alman sendika yönetimleri bugün ellerindeki bütçe gücünün, devlet ve sermaye desteklerinin sağladıkları olanaklarla dünya çapında “sosyal devlet” savunuculuğu yapmakta ve diğer ülkelerdeki sendikalar ile uluslararası emek kurumlarını sermaye ile işbirliğine zorlamaktadırlar.
Alman emperyalizminin yayılmacı politikalarını, silah üretimini ve silah ihracatını savunan, bunların süreklilik kazanması gerektiğini vurgulayan ve Kasım Devrimi’nin yüzüncü yılı yerine, sermaye temsilcileriyle birlikte “Sosyal Partnerliğin 100. Yılını” kutlayan sendika yöneticilerinin olduğu bir ülkede, sokağın şenlenmesi beklenemez. Velhasıl, Alman komünistlerinin işi zor, çok ama çok zor…