Gezi davasında Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesi, diğer kişilere ise 18’er yıl hapis cezasına hükmedilmesi iktidarın içinde bulunduğu gözden düşme halini örterek iktidara her koşulda tutunmak istediğini ortaya koymaktadır.
Bu karar önümüzdeki süreçte iktidarın halkın üzerinde çok daha yoğun bir baskı ile açık faşizm uygulamalarına geçeceğine işaret ederken, 2023 seçimlerini yaptırmamaya çalışacağını da gösteriyor. Halkların bu cendere içinden çıkış yolunu bulabilmesi ise tarihe ve Gezi de yaşanan sürece bakmayı gerektiriyor.
1789 Fransız Devrimi’nde ilk olarak kullanılan ve sonrasında ise Alman devrimci Georg Büchner’in köylülere hitaben yazdığı ‘Hessen halk bildirisi’yle hafızalara kazınarak günümüze kadar taşınan ve halen algılarımızda yer tutan “saraylara savaş, kulübelere barış” sloganı bu dönem özel olarak hatırlanmalı.
1831 Lyon Ayaklanması’nda ‘çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek’ sloganıyla barikatlar kuran işçilerin bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıktığı yıl olarak kabul edilirken, yine ‘Saraylara savaş, kulübelere barış’ sloganı dillerdedir. Bu sloganının gerçeğe dönüştüğü 1871 yılında 2 ay süren Paris Komünü sürecinde ‘ayaktakımı’ olarak nitelenen işçi ve emekçilerin hayata geçirdiği iktidar deneyimleri, dünya devrimlerine ışık tutmuş ve halen ışık tutmaya devam ediyor.
Paris Komünü’nün küçük bir kopyası olabilecek bir örnek ise İstanbul Taksim Gezi Parkı’nda yaşanmıştı. Adeta ikili bir iktidar biçimi Gezi Parkı’nda hayat bulmuş ve komünal yaşam biçimi ile tam bir yardımlaşma ve dayanışmayla süren direniş bize çok şey öğretmişti.
İnsan ve hayvanlar için revirler, yemek dağıtımının sağlandığı kulübeler, tartışmaların yapıldığı büyük çadırlar, konser ve konuşmaların yapıldığı sahne, çocuk ve erişkinler için kütüphane, tarım bahçesi, her bir grubun veya yapının kendini özgürce ifade ettiği standlar ve daha birçok ayrıntı Gezi Parkı’nı yaşanılası bir yer haline getirmişti.
Milyonların ziyaret ettiği, gelirken de ellerinin boş olmadığı o güzel sıradan insanlar, işçiler, gençler, sanatçılar, aydınlar direnişe büyük bir güç taşıyordu. Gezi direniş alanı gelenlerin terk etmek istemediği, birçoğunun çadırını kapıp kendine yer aradığı muhteşem bir komün alanına dönüşmüştü.
Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın ‘çapulcular’ olarak nitelediği ve polis şiddetine, terörüne boyun eğmeyen ve sonunda polisi Taksim’den kovmayı başaran ‘çapulcuların’ direnişi tarih sayfalarında önemli bir yer tutmaya devam ediyor.
Türkiye’de yıllardır özgürlük mücadelesi yürüten Kürt halkına terörist yaftası yapıştıranlar, Taksim’de direnenlere de ‘çapulcu’ diyebiliyordu. Sermaye iktidarının uykularını kaçıran ve nasıl kurtulacaklarını uzun uzadıya tartıştıkları bu direniş ‘teröristlerle çapulcuları’ bir araya getirmişti.
O günlerde sevgili Sebahat Tuncel’in dediği gibi; ‘teröristler ile çapulcular birleşsin’ sözü hayata geçtiği gün her yer Taksim olacak ve o gün kulübelerde barış halayları çekilirken, saraylarda matem yaşanacak.
Uzun yıllar Kürt halkına uygulanan baskı ve terör, sistemden beslenen TV kanallarında ve gazetelerinde hiçbir zaman görülmedi ya da gerçekler ters yüz edilerek sunuldu. Halklar arasına düşmanlık tohumları ekilmek istenirken, yaşam dayanılmaz hale getirildi. Binlerce Kürt emekçisi ve devrimcisi işkencelerden geçirilerek boyun eğdirilmeye çalışıldı.
Köylerin zorla boşaltıldığı, köylülere zorla dışkı yedirildiği, sokak ortalarında enselerine kurşun sıkılarak öldürüldüğü, insanların helikopterlerden atıldığı, kimyasallarla öldürüldüğü, öldürülüp toplu mezarlara gömüldüğü süreçte çoğu gözler kapalı, kulaklar sağır, ağızlar boş lakırdı içindeydi.
Bugün yine yasal bir parti olan HDP kirli ittifakların eliyle üretilen iftiralarla kapatılmaya çalışılırken, eski Eş G. Başkanları olan Demirtaş ve Yüksekdağ dahil neredeyse tüm kadroları cezaevlerine dolduruldu. Bu da yetmedi, Federe Kürdistan’a yönelik KDP destekli operasyonla uçaklar yine Kürtlerin üzerine bombalar yağdırmaya başladı.
Halkın giderek yoksullaştığı ve açlığa itilerek tüm kamusal değerlerin, doğanın ve emeğin sömürüsü ile ortaya çıkan her değerin sermaye çevrelerine taşındığı böylesi bir dönemde süren operasyonun istenilen başarıyı sağlayamamış olması, bu başarısızlığın görünmez kılınmasını gerektiriyordu.
Gezi direnişini yönettikleri iddia edilen kişilere savunma hakkı dahi tanınmadan alelacele verilen ceza kararlarının süren savaş operasyonuyla paralellik taşıması dikkat çekici. Bu paralelikle halkın ve hatta bombalamalar karşısında üç maymunu oynayan birçok sol-sosyalistlerin de ilgi odağının mahkemenin verdiği ve asla kabul edilemeyecek karara sarılmasını sağladı.
Elbette bunda garip bir durum yok ancak Türkiye’de bir şey kökten değişecekse, bunun Kürtlerle birleşilmeden mümkün olamayacağı her nedense idrak edilemiyor. Kürtlerin uğradığı baskılar, zulüm ve buna karşı verilen mücadele en az mahkemenin verdiği absürt cezaya gösterilen tavır kadar bir ilgiyi ve dayanışmayı hakediyor.
Paris Komünü’nün sloganları hatırlanmalı ve o dönemin direnişçilerine takılan ‘ayaktakımı’, ‘teröristler’ ve ‘çapulcular’ sıfatlarının aynı akıl tarafından takılan sıfatlar olduğu unutulmamalıdır.