Veli Saçılık
15 Temmuz 2016 tarihinden beri sokaklar her türlü eylem, etkinliğe kapalı. Valilerin bitmeyen yasakları, polisin her türlü demokratik eyleme hunharca saldırısı Saray rejiminin “çıt çıkmayacak” hedefinin bir parçası. Tüm bu faşist baskılar ve sistem muhalefetinin “aman sokağa çıkmayın” telkinlerine rağmen sokağa çıkanlar emekçiler, ezilenler Saray’ın asabını bozuyor. Pilot bölge olarak Ankara’yı merkez alan polis devleti uygulamaları sendika mücadelesi veren emekçiye, toprağını savunan köylüye, rantsal dönüşümlere karşı evini savunan kent yoksuluna, demokrasi mücadelesi verenlere ve bu mücadeleleri belgeleyen gerçek gazetecilere yöneliyor. “Alın bunu” ile başlayan “seni öldürürüm, hiç kimse bulamaz” ile devam eden, sokak ortasında dayak-işkence, tutuklamalarla ileri taşınan günleri yaşıyoruz. “Ben diktatör olsam sokağa çıkamazsınız” cümlesi evrim geçirerek “sokağa çıkan çapulcular, teröristlere polisimiz göz açtırmaz” şekline dönüştü.
Polis şiddeti, işkence, temel özgürlüklerin polis marifetiyle ortadan kaldırılması ve bunların devamı olarak dokunulmazlık-cezasızlık devleti yöneten otokrat zihniyetin vazgeçilmez enstrümanlarının başında geliyor. Polisin işlediği suçların üzeri örtülemez hale geldiği durumlarda müteveffa Süleyman Demirel’in özlü olarak ifade ettiği gibi “polisin elini soğutmamak gerekir” refleksi devreye giriyor. Kolluk tarafından gerçekleştirilen katliam, cinayet ve işkence suçları bir şekilde davaya dönüştüğü durumlarda ise zamanaşımına uğratma, yıllara yayarak unutturma adeta bir gelenek. JİTEM’in gerçekleştirdiği toplu katliamların davalarının birer birer beraatla sonuçlanması, Umut Kitabevi’ne bomba atanların aklanması, Uğur Kaymaz, Berkin Elvan, Nihat Kazanhan ve nice çocuğu, insanı katledenlerin cezasızlığı “el soğutmama” için alınmış bir tedbir.
Kolluk güçlerinin şiddetini görmezden gelme ve zamanaşımına uğratmak her ne kadar geçmişten bugüne bir gelenekse de, bugün yaşadığımız şeyin boyut değiştirdiğini vurgulamak gerek. Geçmişte “devletin polisini” kollama çabasında olan siyaset-adliye ikilisi, geldiğimiz bu aşamada büyük ölçüde polis tarafından kollanan ve bazen de örselenen hale geldi. 15 Temmuz Darbe Girişimi piyesinden bugüne “Askeri vesayet” kavramının yerine “Polis Devleti” kavramı geçti. Dört bin civarında hâkim ve savcının görevden alındığı, mahkeme sürerken ya da odasında polis tarafından gözaltına alınan hâkim-savcı görüntüleri, polisi, savcıların-hâkimlerin idare amiri konumuna yükseltti. Sermayenin kapı bekçiliği, AKP-MHP’nin arka bahçeliği ve sonunda bütün ceberrutluğuyla polis devleti halkın ensesine oturdu. HDP milletvekili Semra Güzel’e ters kelepçeli işkence görüntüleri Kürt halkına olan kinden de öte, TBMM’yi aşağılamayı, polis devleti imajını yaymak amaçlı servis ediliyor.
Mafya babalarıyla fotoğraf çektiren jandarma komutanları, polis amirleri izahat yapmak bir yana istiflerini bozmaya tenezzül etmiyorlar. Sedat Peker’in ifşa ettiği yolsuzluk, suç dosyalarını soruşturmaya tek bir savcının bile cesaret edemiyor olmasının bu yaşananlarda direkt bağı var. Ayrıca, HSK eğitim materyallerinde yazıldığı gibi, “siyaseti ilgilendiren önemli dosyalarda soruşturma açmadan önce mutlaka merkezden izin almak gerekliliği” aslında yargı denen mefhumun, Saray’ın “Ön-yargı”sıyla değiştirildiğine müstesna bir örnek. “Nerede bu Cumhuriyet Savcıları?” diye soranların karşılarında “Cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla” şeklinde cümle kuran Saray adliyesinin bir kapıkulunu bulması bu koşullarda gayet normal.
Havuzda boğulan medya, tutuklama tehdidi ve işsiz bırakma baskısıyla tecrit edilmiş gazeteciler, sokağa adımını atanın pişman edildiği ortamın tek bir amacı var; Korku İmparatorluğu. Sokakların susturulduğu, cezaevlerinde sessiz ölüm çarkının işletildiği, suçun hâkim, adaletin tutsak edildiği koşulları ilk defa yaşıyor değiliz. Belki bugün cılız gibi görünen bir avuç insanın direnişi Saray Rejimi’nin insicamını bozmakla kalmayıp karanlığı bir mum ışığı gibi devirmeye aday. Öğretmenlerin Ankara eylemi, annelerin tecride karşı direnişi, İstanbul 1 Eylül yürüyüşü, ev yıkımlarına karşı direniş, işçilerin fabrika önlerindeki kesintisiz direnişleri, zamlara karşı eylemler polis devletini ve Saray semirgenlerini ziyadesiyle zora sokan eylemler.
Bütün Saray Rejimleri’nin çöküş dönemleri için anlatılan “yönetenler zevk, sefa içinde yaşıyorken, halk ağır vergiler altında eziliyordu” sürecini şu an birebir yaşıyoruz. “Demokratik hukuk devleti” masalları inandırıcılığını yitirdikçe, polis copu, asker botu siyaset sahnesinde daha görünür hale geliyor. Tüm bunlara karşı “Ne yapmak – Nasıl yapmak gerekir?” sorularına verilecek sihirli hazır bir cevap yok. Sokakta ayağı, halklarla bağı, emekçilerle kader ortaklığı olan Emek ve Özgürlük İttifakı’nı güçlendirmek yapılabilecek en doğru hamle olarak önümüzde duruyor.