Kapitalizm tarih sahnesine çıktığı andan itibaren emek rejimini işçinin kendisini insan gibi hissetmemesi üzerinden kurgulamıştır. Bu gerçek, sanayi devrimiyle birlikte sarsıcı biçimlerle hükmünü yürütür. Topraktan, atölyeden koparılıp kapitalizm için ücretli köle haline getirilen emekçiler, daracık mekanlarda adeta istiflenmiş biçimde “barınırlar”. Uyumak için bile yatak sırasına girilen insanlık dışı koşullardır bunlar. O dönemin romanları, sosyolojik incelemeler, raporlar bu acımasız sömürü sistemi açısından işçinin hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığını çarpıcı şekilde resmeder. İşçinin insanca olan her şeye yabancılaşıp sadece karın tokluğuna çalıştığı bu dönemde, kapitalist açısından onun ne yiyip ne içtiği, hangi koşullarda barındığı umursanmaz. Umursanan, üretimin sürekliliğidir, kazandığı üç beş kuruşun da kapitalist pazara dahil olmasıdır.
Yoksullukla ilgili yasa tasarısının tartışıldığı bu dönemde kaleme alınan bir rapor, burjuvazi ve ideologları-siyasetçileri-bürokratları açısından işçi ve emekçilerin nasıl bir anlam taşıdığının da çarpıcı ifadesidir. Buna göre “Varlıklı sınıflar, yoksulluğu hafifletme yolundaki herhangi bir girişimin yeni disiplini bozacağına inanıyor. Eğer yoksul insanlar çalışmadan herhangi bir şekilde gelir elde edebileceklerse ‘Avare, tembel, hilebaz ve değersiz olurlar’, ‘her türlü tedbir alışkanlığını, özsaygıyı ve nefse hakimiyeti’ kaybeder ve bir ‘tembellik ve itaatsizlik ruhu’ geliştirirlerdi”.
Yoksulluğun sarı renginin emekçi barakalarını, işçi koğuşlarını kasıp kavurduğu bir dönemde yürütülen bu tartışmalarda işçi, itaati benimsemiş, “nefsine hakim” olmayı bilen olarak “değerlidir”. Asla sosyal hakları olmamalı, burjuvazinin yaşamı gibi yaşamlar hayal etmemeli, tüketim alışkanlıkları karın tokluğunun ötesine geçmemeli, işsiz kaldığında güvence olarak görebileceği sosyal haklar katiyen tanınmamalı… vs.
Bu yaklaşım burjuvazi açısından bakidir. Özsel olarak değişmemekle birlikte sınıf mücadeleleri içinde işçinin de ihtiyaçları ve onurunun olduğunu, insanca yaşayacak ve çalışacak koşulları istemeyi öğrenebileceğini, bunlar için dişe diş mücadelelere girişebileceğini öğrenmenin yarattığı isteksizlikle iki sınıf arasındaki ilişkilere belirli kurallar getirmek zorunda kalmıştır.
Onlarca yıllık zorlu mücadelelerle konulan bu kurallar, sınıflar arasındaki güç dengeleri işçi aleyhine bozulduğu her dönemde fiilen geri alınmıştır. Bu dengenin esas anahtarının örgütlü mücadele olduğunu tarihsel deneyimleriyle bilen burjuvazi, onu çözmek için her yolu dener. Çözdüğü oranda da kârından başka hiçbir şeyi umursamadığı sınıf yaklaşımının en çıplak haliyle hüküm sürdüğü bir sömürü rejimini kurabileceğini bilir.
Birer köle kampı gibi işleyen şantiyelerde son birkaç gündür olup bitenler burjuvazinin bu özsel yaklaşımının berrak ifadesidir. İstanbul Finans Merkezi (İFM), Rixos Otel, Akkuyu NGS… Hepsinde işçiler insanlık dışı barınma-beslenme koşullarına, kölece çalıştırılmaya, en temel haklarının bile kural-yasa tanınmadan gasbedilmesine karşı birikmiş öfkelerini isyan diliyle patlattılar.
İFM’nin Limak kampında işçiler, hava sıcaklığının 40 dereceleri aştığı bu cehennemi sıcaklarda çalıştırılmaları yetmiyormuş gibi suya bile ulaşamıyorlardı. Yükseğe çıktıklarında yanlarına bir su sebili hatta sürahisi bile konulmamıştı. Su için aşağıya inmek zorunda kaldıklarında kapı gösterilmişti. Akşam o barakalara döndüklerindeyse terin, tozun içinde kalmış yorgun bedenlerine bir damla bile su akıtamıyorlardı. “Sabah yüzümüzü yıkayamadan işe gidiyoruz” diyordu bir işçi. Tahtakuruları, berbat yemekler, kesilen elektrikler, olmayan servisler, ödenmeyen haklar… uzayıp gidecek bir listeyle, hangi koşullarda çalışma zorunda bırakıldıklarını damıtılmış bir öfkeyle anlatıyorlardı.
Örgütsüzlüğün hüküm sürdüğü bu işkolunda kural da yasa da yok! O kuralların, yasaların konulması ancak örgütlü mücadeleyle sözkonusu olabilecek. İFM’nin özgünlüğü, tüm örgütsüzlüğüne rağmen İnşaat-İş ve Dev Yapı-İş sendikalarının burada uzun süredir ortak bir şekilde yürüttükleri çalışmaların, hatta varlıklarını hissettirmelerinin bile patronların belli konularda temkinli yaklaşmasına yettiği gerçeği.
Ancak örgütsüzlüğün büyüklüğü sebil ya da su tankeri için harcanacak birkaç kuruşun hesabının bile yapılmasıyla dile gelmeye devam ediyor.
Limak yetkilisinin sendika ve işçi temsilcilerine “tanker sayısını arttıracağız, sebiller, sürahiler koyacağız” demek zorunda kalması patronların işçinin en temel ihtiyaçları konusunda nasıl “kuruşa kuruş ekleme” hesabı içinde olduklarının ifadesiydi adeta. Yanı sıra işçinin de bir onurunun olduğunun farkında bile değillerdi. Sebil ya da sürahi gibi çözümü son derece basit bir meselede bile çözüm üretmemelerinin esas nedeni işte buydu. Kuruş hesabı da aslında bu yaklaşımın sonucuydu. İşçi isyan ettiğinde yaşanan panik, kontrolü kaybetme korkusu onun örgütlü hareket ettiğinde nasıl bir güce dönüşeceğinin bilinmesindendi. Tek bildikleri, sakındıkları buydu!..
19. yüzyıldaki vahşi sömürü koşullarının 21. yüzyıldaki izdüşümü olan şantiyeler ve işçi kampları-koğuşları, birçok şeyi düşündürtmenin yanı sıra esas olarak işçi ve emekçilerin gelinen noktada benzer bir eşikte olduklarını gösteriyor. O eşik, örgütlülüğü fiili meşru mücadeleyle iç içe geçirerek büyütme zorunluluğu ve bunun için aslında işçiler cephesinde nasıl bir zeminin olduğudur.