Hüseyin Bul
Yoksulların pencereleri küçük olur, yoksullar, pencereleri küçük olan bodrum katlarda yaşarlar. Güneş ya az girer evlerine ya da hiç girmez. Dünyayı o küçücük pencerelerinde bile izlemeye, yorumlamaya fırsat bulamazlar. Çünkü onların daha büyük dertleri vardır; hayatta kalmak. Güneş, temiz hava, bol oksijen ve tatil onlar için lükstür. Hele eğlenceye ne zamanları vardır ne de imkânları; ancak kısıtlı olanakları ile başkalarının hallerinden ya da laf oyunları ile eğlenceli bir şeyler yaratabilir ve eğlenebilirler. Ve bu durumları dışarıdan biri için hiç komik değildir, acınasıdır.
Sınıfsal çelişkiler
Parasite filmi, mutlu, her şeyleri yerinde ama ne zaman ki küçük bir pürüzün (ayrılık, iflas, geçmişe ait sırlar) ortaya çıkmasıyla dağılan aile ya da her bir ferdin birer terminatöre dönüşme hikâyesiyle açılmıyor, başlamıyor. Hayatın olağan akışındaki gerçek bir görüntüyle başlıyor. Bodrum katta yaşayan işsiz bir ailenin ekonomik imkânsızlıklarına rağmen hayatta kalma, bir birine tutunma, moral verme sekanslarıyla açılıyor. Yönetmenin seyirciye dolaysız olarak verdiği bir tüyodur bu açılış. İşsiz, güçsüz yoksul, alt yapısı olmayan evde yaşayan Kim ailesinin hikâyesidir.
Film, ciddi sınıfsal çatışmaları karakterlere ve mekânlara yükleyerek ilerliyor. Alt sınıfın üst sınıfa olan hıncını ilk fırsatı değerlendiren Kim ailesinden Ki-Woo’nun (Woo-sik Choi) zengin Park ailesine İngilizce öğretmeni olarak işe girişiyle başlıyor. Bilgi ve donanımlarıyla kendilerini ezdirmeyen bilakis akıl vermeye varan tavırlarıyla her geçen gün yerlerini sağlamlaştıran Kim ailesinin hiçbir ferdinin ağzından sınıf atlama hevesini içeren bir cümle çıkmıyor. Zenginle yoksulun yer değiştirmesine yönelik bir çabadan ziyade yoksulluk ve zenginliği sorgulayan bir tema hâkim.
Yoksulların kokusu
Filmi güçlü kılan en büyük yanı metaforlara yaslanarak ilerlemesi. Aşağıdakiler-yukarıdakiler şeklindeki karakterler, inşa edilen evler, malikâneler ve şehirler. Her biri ayrı birer karakter olarak boy gösteriyor ve güç veriyor metaforun etkisine. Diğer bir öğe de hamamböceği. İlk önce bodrumda böceklerle yaşayışları, sonra annenin Chung-Sook (Chang Hyae Jin) kocasını hamamböceğine benzetmesi ve en sonunda da Park ailesinin kaçamak hafta sonu tatillerinden aniden geri dönmeleri üzerine gelişen olaylar karşısında Kim ailesinin hal-i pürmelali. Koku ve yağmur; bütün yoksullar aynı kokar ve yoksul kokusu zenginleri rahatsız eder. Zenginlerin bu koku üzerinden yoksulları aşağılaması, hor görmesi sınıf çatışmasının, savaşının en büyük görsel imgelerine dönüştürürken seyirciyi de kategorize ederek konumunu, tarafını iyi seçmesi için işaret fişeğini yollamayı ihmal etmiyor. Diğer bir simge de yağmur, yoksullara dert, çile, eziyet ve hayatı çekilmez kılarken zenginlerin nezdindeki anlamı Bayan Park’ın Yeon-Kyo (Cho Yeo-Jeong) “Yağmur yağdı bütün kiri pası silip süpürdü” sözlerinde gizlidir.
Ülkesel bazda sendromlar
Zengin Park’ların evlerinin (malikâne) altındaki sığınağın ülkelerin sendromuna mercek tuttuğunu, bunu günün birinde Kuzey Kore’nin saldırma olasılığını hesaba koyarak inşa edildiğinin altının çizilmesi bir halkın nasıl tedirgin ve teyakkuzda yaşadığını çok güzel özetlemiş. Yine burada da sınıfsal bir çatışmayı işaretleyen yönetmenin, yağmur yağınca selde de ilk önce yoksulların, işsizlerin evsizlerin zarar göreceğini hatırlatması, göstermesi söylemesi gibi, olası bir savaşta zengin her türlü başının çaresine bakar, yaptırdığı sığınağına iner kurtulur, sen fakirlerden haber ver demeye getiriyor. Yani her şeyin sınıfla ilgisi vardır ve her şey sınıfsaldır.
92. Oscar ödül törenlerinden En iyi Film dâhil dört ödül alan filimin finalini pek beğenmesem de parlak oyunculuklar ve metaforların yerinde ve zamanındaki kullanılmasıyla oluşan derinlik… Suya ve yağmura ayrı ayrı anlamlar yükleyen simgelerle, yoksulların nezdinde Bay Kim’e “planın yoksa hiçbir şey ters gitmez” dedirterek, hayata karşı plan yapmamayı salık veren, şükretmeyi alt benliğe kodlayan film, her şeye rağmen izlenmesi gereken başarılı bir yapım.