Sanatçıyı sanatçı yapan, hiçbir gruba, topluluğa, topluma ve otoriteye tabi olmaması yani özgürlüğüdür. Sanatçı asla hiçbir ideolojik angajmana girmez, bir siyasi saikle üretmez. Sanat ideolojiler üstüdür. Örgütlü sanat diye bir şey yoktur. Sanatçı örgütlü bir yapı içerisinde tüm özgürlüğünü yitirdiği gibi, ürettiği sanat da şahsiliğini ve özgünlüğünü kaybeder, tektipleşir ve sanat olmaktan çıkar. Sanatsal üretimin özgünlüğü ve biricikliği, sanatçının kendini toplum denilen vasattan sıyırması, özgürleştirmesi ve toplumla arasına mesafe koyması ile mümkündür. Sanatçı toplumun içerisinde toplumla birlikte değil, birikimi ve algı düzeyinin yüksekliği ile toplumun üstünde, toplumun ilerisinde ve toplumun pespaye estetik beğenisine ve yaşam kurgusuna olan tepkisi ile toplumun karşısında yer alır. Sanatçı, toplumla arasına koyduğu mesafe oranında özgünlüğü ve biricikliği yakalayabilir. Sanat komünal değil, kolektif değil, toplumsal değil, şahsidir. Şahsiyetini şahsiliğinden alır. Sanatçının ve onun yüksek edimi olan sanatsal üretiminin şahsiyetinin toplumla tek bağı, toplumun bunu her bireyin ulaşması gereken tekamül seviyesi olarak görmesidir. Ki çoğu zaman sanatçıyı ve sanatı anlayabilme kapasitesinden, kavrayışından ve birikiminden yoksun olduğu için sanatçı rol model değil çoğu zaman küçümsenir, işe yaramaz üretimlerin sahibi olarak görülür.
Modernist kurgunun, sınıfsal çıkarları korumak, kendine karşı gelişebilecek estetik ve entelektüel bir birikimle donanmış örgütlü, güçlü bir muhalefeti bertaraf etmek için geliştirdiği yukarıdaki argümanlar ne yazık ki sadece burjuva sanat çevreleri tarafından dillendirilen görüşler değildir. Yukarıdaki toplumsallık karşıtı bir düzlemde şekillenen argümanların tamamı yahut bir kısmı kendini sınıfsal olarak ezilenlerin yanında, burjuva toplum düzenine karşı konumda tarif eden sanatçıların ve sanat çevrelerinin de dillendirdiği görüşlerdir.
Devlet ve iktidarların, hayatın tüm kılcal damarlarına varasıya kadar kendilerini örgütledikleri, tesir edemeyecekleri bir iğne ucu kadar yer, yönlendiremeyecekleri en ufak bir hissiyat, üzerinde tepinecekleri, içini boşaltacakları en ufak insani bir değer bırakmamak üzere yarattıkları irili ufaklı binlerce sanat kurumunun, kuruluşunun, organizasyonun var olduğu bir dünyada örgütsüz bir sanatı savunmak eğer burjuva düzen bekçiliği değilse ancak burada bir algı körlüğü ve bilinç savrulmasından söz edilebilir.
İnsanların örgütlü yapılar kurması, yaşamı örgütlemesi bir lüks, bir fantezi olarak tezahür etmemiştir. Bizatihi insanlık dediğimiz şeyin doğuşu toplumsallık ve örgütlülük üzerine kuruludur. Bir canlı türünün varlığını koruyabilmek ve sürdürebilmek için geliştirdiği ve bu türün tüm canlılar arasında en güçlü tür olmasını sağlayan bir yöntemdir toplumsallık inşası. Ve bilinen, takip edilebilen insanlık tarihi içerisinde neredeyse yirmi bin yıllık bir tarihe tekabül eden bir dilimde insanlık tüm yaşam kurgusunu komünal bir tasavvurla şekillendirmiştir. Komünal yaşam kurgusunun büyük katliam ve kıyımlarla yok edildiği ve sonlandırılmaya çalışıldığı son beş bin yıllık egemenlikçi devletli tarih diliminde ise insanlık bu ortakçı yaşam arayışını hep sürdürmeye çalışmıştır. Bugün devletçi uygarlığın geldiği son merhale olan kapitalist dönem, insan yaşam formunun, diğer canlıların ve eko sistemin yok oluşla karşı karşıya olduğu bir gerçeklikle bizi karşı karşıya bırakmıştır. İnsanlar ve tüm canlılar için yaşamın savunulması, korunması ve sürdürülmesi için ortakçı yaşam değerlerinin esas alındığı bir örgütlenme dışında hiçbir şans yoktur.
İşte böyle bir gerçeklik karşısında tüm canlıların yaşam hakkı ve eko sistemin korunması konusunda en çok duyarlı olması beklenen sanatçının bırakın örgütlülüğe itirazı, örgütsüz bir sanatı savunmasını, bizatihi kendisinin yarattığı sanatsal örgütlenmeler ve sanatsal üretimler yoluyla komünal bir yaşamın toplumun tüm hücrelerine kadar örgütlenmesinin öncülüğünü yapmak görev ve sorumluluğuyla karşı karşıyadır. Bir bütün olarak toplumsal yaşamın hücrelerine kadar bölündüğü ve parçaların birbirine, dolayısıyla her parçanın kendine yabancılaştırıldığı bir düzen gerçekliği içinde sanat bir bütünleşme arayışıdır aynı zamanda ve aslında en özünde. Sanatın bir asıl rolü de elbette tek tek bireylerin özgünlük ve biricikliğinin toplumsallık içinde eritilmesi ve benzeştirilmesine karşı farklılığın savunulmasıdır. Farklılığın, özgünlüğün ve biricikliğin kendini koruyarak bir orkestra uyumu içerisinde birlikteliği, toplumsallığı yaratması da ancak sanatın estetik ve ideolojik öncülüğüyle mümkündür.