Bir süredir kafam, toplumsal yaşamın ahlaki ve vicdani çürümesinin, yozlaşmasının, bozulmasının, deformasyonun yansımaları ile çok fazla meşgul. Gün yok ki buna örneklik teşkil edecek, bu devasa çürümeyi gözler önüne serecek bir vaka yaşanmasın. Devlet yönetimini elinde tutan iktidardan, sözüm ona bu iktidarın uygulamalarına itiraz eden muhalefetine, parlamentosundan sivil toplum kuruluşlarına, bürokrasisinden yargısına büyük, orta iş insanından mahalle esnafına, okumuşundan, aydınından cahiline, yaşlısından gencine, zanaatkarından sanatçısına bir grup oluşturacak kadar sınıflandıracağımız ne kadar topluluk varsa hepsinde bu bozulma ve çürümenin her türlü örneği ile her gün yüz yüze geliyoruz. Çürüme, yozlaşma ve buna rıza gösterilmesi istisnai bir durum olmaktan çıkalı çok zaman oldu. Bir değer ve ölçüyü esas almak geri kafalılık, muhafazakarlık, çağı anlamamak ve en çok da ahmaklık olarak görülüyor. Yalan söylemek her şeyde ve herkes için artık o kadar sıradan ve normal ki. Talan, yağma, hırsızlık, gasp becerebilene artık bir suç, ayıp, kabahat olmayı bırakalım bir yana neredeyse “helal olsun” kıvamında artık. Kimseye zenginliğinin kaynağı sorulmuyor, toplumsal değer ölçülerindeki gayrı meşruiyeti bir sorun olarak görülmüyor, bu zenginlikten kime ne kadar pay verdiği veya verme ihtimali olduğu üzerinden bir sorunsallık ölçütü oluşuyor.
Radyo Sputnik’e konuk olan, milyarlarca liralık Sabancı sermayesinin birkaç sahibinden biri olan, daha çok vakıf ve hayır işleri ile ilgilenen iş kadını Dilek Sabancı’ya bir dinleyici, “Bir insan için ne kadar para gerekli?” diye bir soru sordu. Bu soruya şöyle bir cevap veriyordu Sabancı: “İnsanın iyi bir evi olması, arabası olması, rahat yaşayabileceği bir parası olması. Ama bu para bana göre milyar dolarlar değil. Milyon dolarlar da yetebilir veya bazı insanlara bir iki milyon dolar da yetebilir. Onun dışında istediği zaman seyahat edebilecek. Elli milyon ile yüz milyon dolarınız olsa rahat rahat yaşarsınız.” On milyon insanın sekiz bin beş yüz lira asgari ücretle çalıştığı, tüketici açlık endeksine göre dört kişilik bir ailenin aylık gıda harcamasının yani açlık sınırının sekiz bin lira; kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarının yani yoksulluk sınırının yirmi altı bin beş yüz lira olduğu bir ülkede sözüm ona servetinin bir bölümünü hayır işlerine ayıran bir iş kadınının, bir kişi için biçtiği yaşam masrafını elli milyon dolarlarla ifade etmesi bu ülkede kaç kişi tarafından bir ahlaki ve vicdani problem olarak görüldü? Tüketiciler Derneği’nin verilerine göre seksen beş milyonluk ülke nüfusunun seksen milyonu aç ve yoksul. Hükümet orta gelirli vatandaşlar için konut kredisi imkanı açtığını alayla valayla ilan ediyor. Sıfırdan konut alabilmek için on beş yıl boyunca ayda nerdeyse kırk bin lira civarında taksit ödemek gerekiyor. Ülkenin seksen milyonunun bu rakamı ödeyerek ev sahibi olmaktan uzak olduğunu bir ahlaki problem olarak tartışıldığına tanık olabiliyor muyuz?
İktidar ve sermaye, sömürüsünü, yalanını, dolanını, talanını gizleme ihtiyacı bile duymayacak muazzam bir ahlaki yozlaşmayı yaratabildiğinin rahatlığıyla bizlerle dalga geçiyor. Bize çaresizliği öğrenmeyi dayatıyor. “Kadına helal olsun kazanmış, yiyor” diyenlerin sayısının bu seksen milyonun önemli bir kısmını kapsamadığını kimse iddia edemez. Hatta Sabancıların işyerlerinde asgari ücretle çalışanların önemli bir bölümü için Sabancılar bir velinimettir. Sanat camiasına bakalım. Paraya, iktidar yalakalığı ve buradan doğacak ranta tamah edilmeyen, muhalif bir sanatsal duruş ve üretimden söz edebilmek ne kadar mümkün artık bu ülkede? Bunu dert eden sanatçılar mı daha çoktur, yoksa iktidar yandaşı olabilmeyi becerememek, dağıtılan ulufeden yeterince pay alamamak mı daha büyük derttir? Sanat camiasında da çalmak, yalakalık, omurgasızlık bir kabahat, bir ayıp olmaktan çoktandır uzak değil mi? Ülkenin medar-iftiharı, genç sinemacıların onun gibi olmak için can attıkları, Türkiye sinemasının yurt dışındaki en büyük temsilcisi Nuri Bilge Ceylan’ın hırsızlığı mahkeme kararı ile tespit ediliyor. Ceylan, Ahlat Ağacı filminde, Polat Onat’a ait bir metni, yazarından izinsiz olarak yani ondan çalarak filmde mektup olarak kullanıyor. Kaç sinemacı bu hırsızlığı kınayacak. Ceylan, bundan dolayı bir utanç yaşayacak mı? Afra ile tafra ile ve Kültür Bakanlığı’nın büyük desteklerini alarak film çekmeye devam edecek mi? Edecek. Çünkü artık hırsızlık bir suç, bir kabahat, utanılacak bir şey değil.