Hicri izgören
Hemen her alanda iktidara yaranmak adına her türden yalakalığın zirve yaptığı bir dönemden geçiyoruz. İnsanı en çok yaralayan buna sanat erbabının da kafileler halinde katılıyor olması.
Türkiye özgürlükler bakımından tarihinin en karanlık dönemlerini yaşarken, bir sanatçı kimliğiyle çıkıp iktidara güzellemeler dizmek ve şakşakçılık yapmak sanat ve sanatçı açısından büyük şansızlık. Yaşanan bunca acıya rağmen her taraf güllük gülistanlıkmış gibi bir tanımlama sanata ve sanatçıya dair bir tavır olamaz.
Bir şeylerden nemalanmak adına biat etmek, yaltaklanmak, kendine insanım diyene yakışacak bir durum değildir. Hele de bir sanatçı olarak sanatın doğası gereği her türlü baskının ve sömürünün karşısında olması gerekirken.
Sanatçı muhalif bir kimliktir. Eleştirendir, eleştirel bakış açısıyla bakmasını bilendir. Böyle bir bakış, sadece benimsemediği iktidarı değil, kendi dünya görüşüne yakın bir yapı iktidar olduğu zaman da yanlış gördüklerini eleştirmekten geri durmayan bir bakıştır. Bu sanatçının aydın kimliği ve kişiliğinden kaynaklı bir özelliktir.
“Okumuşluk, kültürlü kişi olmak, kültür değerlerini üretmek gibi nitelikler aydın kavramını tam kuramazlar. Bunları bir de aklın ışığıyla aydınlatmak yolunda eleştiri görevini üstlenmeyi eklemek gerekir. Bu eleştiri geleceği biçimlendirmede aydınlara hem bir görev hem de bir sorumluluk yüklemektedir” der Macit Göktürk.
Sanatçının dünyadaki tavrına ilişkin bir dünya görüşüne sahip olması gerekliliği göz ardı edilemez. Ayrıca bu görüş ve duruş toplumsal bağlaşıklarıyla kucaklaşmasına da engel değildir. İlle de bir tanımlama sözkonusu olacaksa bu “devlet sanatçısı” şeklinde değil, olunabiliyorsa “halkın sanatçısı” olmalıdır.
Buna bağlı olarak da sanatı siyasetin dümen suyuna sürmeye çalışmak, siyasetin bir aracı olarak görmek de siyaseten sekter bir tutumdur. Sözün özü; sanatçının konumlanacağı yer iktidarın yanı değil, her zaman mazlum ve mağdurun yanı olmalıdır.
Edebiyatla, sanatla hemhal olmak yetmiyor… Aslolan; çıkar dolu politik bir sofraya oturmamak, zalimin baltasına sap olmamaktır.
Onlara göre ‘makbul aydın’, “Ülkemiz yanlış yapsa da, bunun doğru olduğunu düşünmemiz gerekir” diyen, ateşli milliyetçi-ırkçı tutumuyla bilinen Fransız yazar Maurice Barrès meşrebinden olan tiplerdir.
Oysa aydın kimliğinde aslolan bir uyruğa ait olmak değil, özgür ve etik olarak kendine aitliktir. Aydın kimliğinde biat etmek, yaltaklanmak ve nemalanmak yoktur. Aydın, çağının tanığıdır. Çağındaki tüm olumsuzluklardan sorumludur. İnsanlığın vicdanıdır. Kendinden ve herkesten hesap sormasını bilendir. Aydın, herkesin “evet” deyip sustuğu bir yerde gerektiğinde “hayır” diyebilendir.
Edward Said, “Aydın, hiçbir otorite karşısında boyun eğmeyen, her durumda insan özgürlüğünü savunan ve bu özgürlüğün yaşam bulması için durmadan çabalayan bir kimsedir” diyor.
Yine J. Paul Sartre’a göre aydın; ayrıca ‘taraf’ olmak zorundadır. Bu tarafgirlik gereği olarak da; toplumsal yaşam içinde hangi kesim eziliyorsa, sömürülüyorsa, “öteki”leştirilmiş ise aydın bu kesimler lehine tavrını koymak zorundadır.
Tam da Sartre demişken, hadi tarihten bir yaprak… Fransa’nın Cezayir’i işgal altında tuttuğu yıllardır ve Sartre sokaklarda Fransa’nın bu haksız işgalini kınayan bildiriler dağıtmaktadır. Tabi çok göze batınca o zamanki Devlet Başkanı olan De Gaulle’a, Sartre’nin cezalandırılması konusunda baskılar gelir. De Gaulle kendisi hakkında da eleştirileri olan ve düşünceleri kendiyle taban tabana zıt olan Sartre’ı savunarak şu veciz sözü söyler: “Sartre’a dokundurmam. Çünkü Sartre demek Fransa demektir.”
Sartre olmak bir hüner kuşkusuz ama De Gaulle olabilmek de gerçek bir devlet adamı olabilmeyi gerektirir.