Kimi okurlar bu köşede yazdığım yazılar üzerine yorumlar yapar, katkılar sunar, tartışmak isterler. Bu durum okurun edilgen olmadığına dair son derece değerli bir göstergedir. Yapılan yorumlar daha çok sanat üzerine yazdığım kimi poetik konular üzerinde yoğunlaşıyor ve ilginçtir çoğunlukla benzer bakış açılarında çakışıyor. Bu yazı da hem bu görüşlere eleştirel bir bakışın hem de çalışmalarını göndererek eleştirilmesini isteyen okurlarla yarım kalmış bir sohbetin devamı olsun istedim. Baştan belirtmekte yarar var ki, sanat üzerine bu tür yazı ve sohbetlere başlarken ‘bence’ diye başlamayı da ihmal etmemek gerek.
Dünya sanat tarihi gösteriyor ki, insanlığın kültür hazinelerini oluşturan eserler yaşamla sımsıkı ilişkisi olan eserlerdir. Hayat bir bütündür. Sanatçı da yaşadığı toplumsal sürecin bir parçasıdır. Toplumun yaşadığı sosyal, ekonomik ve siyasal gerçeği bir birey olarak her insan gibi yaşayandır. Bu yaşananı yeniden üreten olarak egemen ideolojiyle hayatın her alanında muhalefet halindedir. Toplumuna, insanlığına yabancılaşmamış sanatçı, zaten ürün vermekle başlı başına bir tavır ortaya koymuştur. Bu tavır, istese de istemese de ideolojiktir. Ancak, Fischer’in deyişiyle, “Her sanat yapıtında üslup özelliğinde bir sınıfın ya da toplumsal durumun dolaysız ve kesin bir açıklanışını aramaktan sakınmalıyız.”
Bir sanat yapıtının düşünce kapsamındaki özgüllüğü genelleşmiş sanatsal gerçeklik bilgisi ile sanatçının düşünsel tasarımı ve ideolojik konumu arasında var olan ayrılmaz birliğe dayanır. Sanattan düşünce yoksunu olmasını beklemek çocukça bir düş olabilir ancak. “İdeolojisiz gibi görünen sanatlar da aslında, kurulu düzenden hoşnutluğun bir ifadesidir ve bu anlamda ideolojiktir” der Afşar Timuçin.
Egemen ideolojinin düşünceyi suç sayan hukuk anlayışı, “yalnız ve yalnızca benim gibi düşüneceksin”in en açık ifadesidir. Oysa insanın nesnel gerçeklikten, var olan hayattan kopuk duyuş ve düşünüşünün olamayacağı bir gerçektir.
Elbette salt sanat yoluyla politik hedeflere varılamaz, fakat sanatın açık ya da örtülü desteğiyle söz konusu hedeflere daha kolay ulaşılabilir. Çünkü, sanatın insanlar üzerindeki eğitici etkisi derin ve süreklidir. Zaten sanat sözcüğünün temelinde ‘yapma’, ‘yaratma’, ‘düzenleme’, ‘kurma’ fiilleri yatmaktadır. Sanatçı olan biteni, olmuş ve olacak olana göre kavramaya çalışır. İdeolojisi olmayan bir sanatçı, yarına açık insanı neye göre düşünecek, neye göre yansıtacaktır. İdeoloji yaşamda olmanın bilincidir, sanat da bu bilincin en doğru, en içsel biçimde dile geldiği yerdir.
Bir sanat ürününü yalnızca fikirlerine, felsefesine dayanarak değerlendiremeyiz. Esas olan, sanat ürününe bir sanat eseri olarak bakmaktır. Çünkü “Sanat ustaca boyanmış bir ideoloji değildir, siyasal anlam, yapıtın dokusunda bulunur ve ondan önce asla gelemez.” (Avner Ziss) Gerçeğin yansıtılması veya gösterilmesi tek başına sanat için yeterli olamaz. Hele salt “bilinçlendirme” kaygısı, sanat için tehlike çanlarının çalmaya başladığına alamettir. Bu kaygı sanatçıyı belirli konularla, belirli biçim ve temalarla sınırlandırır. Sanat yapıtını sloganlara indirgeyen, dogmatik, şematik ve popülist bir anlayışa sürükler. Burada unutulmaması gereken şey, ortaya çıkan ürünün değerinin, güncel siyasete bulaşıp bulaşmamasıyla değil, sanatın kendi iç siyasetiyle, öz dinamikleriyle ilgili olduğudur.
Sanatın görevi doğadaki, yaşamdaki bir olguyu kanıtlamak değildir. Bu noktada sanatçıyı bilim insanıyla karıştırmamak gerekir. Bilim akla, şiir duyguya yöneliktir. Sanat yapıtı bilimsel bir tez değildir. Bu nedenle somut olanı bir fotoğraf gibi saptaması beklenemez. Sanat bizi bir yargıya götürebilir ancak sanatçının amacı, bilim insanı gibi bir olguyu ispatlamak değildir.
Sanatın amacı bilgi vermek değildir. Böyle olsaydı, bilimin insanlık tarihinde bugün ulaşmış olduğu düzey karşısında sanatın çoktan yaya kalmış olması gerekirdi.