Sanat-sanatçı ve iktidar sorunsalı epey eskilere dayanır. İktidarlar, sanat üzerinde de hegemonya kurarak onun özünde var olan muhalifliğini ortadan kaldırmayı amaçlar. Birçok alanda olduğu gibi bu alanda da ciddi “değer” kayıplarının yaşandığı “etik” kavramının anlamını yitirdiği bir süreçten geçiyoruz. Sanatçı diye sunulan magazin ünlülerini bir tarafa bırakarak belirtmek istiyorum ki:
Onun dışında da kimi sanatçılar kendi benliklerinde ve sanat anlayışlarında bir aşkınlık oluşturamadıkları için paraya veya ona dayalı çıkara teslim olup, iktidar yalakalığına soyunup, el pençe durup diz çökebiliyor. Mevcut iktidar, baskı oluşturarak ve tüm kurumlarda ve alanlarda, tam bir hakimiyet sağlayarak toplumu kendi ideolojisi doğrultusunda dönüştürme ve yeniden biçimlendirme peşinde. Buna sanatçıları da dahil etmeyi amaçlıyor. Bunun için de onlara vazife veriyor, karşılığında da ulufe dağıtıyor. Bunun karşısında duran sanatçılar da dışlanıyor, hedef gösteriliyor ve cezalandırılıyor.
***
Aydın kimliğine halel getirmeyen sanatçı ve aydınları tenzih ederek söylemek gerekirse: Ne yazık ve acıdır ki kültür sanat camiasının bir kesimi buna teslim olmuş durumda. Sanatın ve sanatçının aydın kimliğinden gelen muhalif bir karşı duruşu gösteremiyor. Söz konusu olan sanat ise, muhalif kavramına gerek bile duyulmayabilir; çünkü muhaliflik onun doğasında zaten vardır. Buna bağlı olarak sanatçının aydın sorumluluğu ve duruşu, toplumsal bilince yansır. Diğer bireylerce örnek alınır. Savunduğu değerler, daha çok geçerlilik kazanır niteliksel gelişmelere öncülük eder, evrensel gidişi yönlendirir. Bu duruş sıkıntılı dönemlerde ayrı bir önem kazanır. Böyle bir ortamda gösterilecek tavır etkin bir uyarıcı işlevi görür. Sanatın ticarileşmesinin bir nedeni de; sanatın üretim ilişkilerindeki rolünü sermaye, güç ve iktidardan yana koymasına ve yabancılaşmasına dayalıdır.
***
Aydın bilincine ermiş, okuyan, araştıran, kafa yoran, günün olaylarına ve geçmişe geniş bir perspektiften bakabilen, gelecek için yeni insansal değerler üreten ve doğrularını hayata geçirebilme sorumluluğu taşıyan kimlik, “aydın” kavramı için ortak bir payda oluşturabilir belki. Böyle bir yaklaşımda salt zihinsel etkinlik göstermek, bir diploma veya kariyer sahibi olmak elbette aydın kimliği için yeterli değildir. Sorun iyiyi kötüden, doğruyu eğriden ayırt edebilme ve bunu hayatın her alanına sürme titizliği ve sorumluluğu gösterme sorunudur. Herkes gibi “aydın” için de “iyi” ya da “doğru” mutlak birer kavram değildir. Değişme ve gelişme en çok onun için geçerlidir. Ancak onu toplumun genelinden ayıran asıl özellik inandığı doğruyu söyleme, söyleyebilme “etik”idir. Kitlelerin suskunluğa itildiği dönemlerde bile sesini yükseltebilme sorumluluğudur. Ernest Renan’ın deyişiyle; “Aydın kişi ne kendi diline aittir, ne de uyruğuna. O, özgür ve etik sahibi olduğu için yalnız kendisine aittir.” Bu kendine aitlik, aydının içsel özgürlüğü anlamındadır ve onun toplumsallığına ayakbağı oluşturmaz, halkla kucaklaşmasını engellemez. Gramsci; “Aydın, halkın tutkularını anlamazsa, onunla arasında duygusal bir bağ kuramazsa, halkla arasında bir mesafe olursa aydın değildir. Böyle bir bağ olmayınca aydınlarla halk arasındaki ilişkiler, bürokratik, katı ilişkiler olacaktır. Böylece aydınlar bir ‘kast’ kuracaklar ve halktan kopacaklardır” diyor. Böyle bir “kast” ve kopuş, tarih boyunca kendini hep duyumsatmıştır. Bilginler ve sanatçıların bir bölümü; “Ülkemiz yanlış yapsa da, bunun doğru olduğunu düşünmemiz gerekir” (Barres) diye açık seçik yanlıştan yana tavır takınmışlar, bununla da kalmayıp, kendi ülkeleriyle ilgili düşünce ve söz özgürlüğü taşıyanları, ‘Hain’ saymaktan geri durmamışlardır. Sözün özü: Sanat doğası gereği kötüye, zulme, baskıya zaten muhalif olduğuna göre tekçi paradigmaya, yasakçı, baskıcı zihniyete ve onun cenderesine karşı durmak sanatın ve sanatçının boynuna borçtur.