Türkiye’de oldum olası kültüre dair sorunlar eksik olmadı ancak hiçbir dönem bu kadar tavan yapmadı. Kültürü ve sanatı araçsallaştırmayı amaçlayan iktidar, kendi gibi düşünmeyeni, yazıp çizmeyeni dışlayan ve düşmanlaştıran bir yapıya dönüşmüş durumda.
Tek’lik yeni mecralara uzanıyor. “Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet” söylemi “tek ses, tek renk, tek kültür, tek sanat”a doğru yol alıyor.
Kendi düşüncesi dışında kalan her türden düşünceye düşmanca karşı çıkan bu yapı, sanatı da kendi çizdiği sınırlara çekmek istiyor. Tek tip insan yetiştirme heveslileri, kültür ve sanatı da bu konuda araçsallaştırıp güdümlü kılmaya çalışıyor.
İktidarın “kültürde de iktidar olma” sevdası, yerli ve milli kültürü egemen kılma adı altında yürüttüğü siyasetiyle popülizmi daha da büyütmüş, kültür ve sanat dünyasında derin yaralar açmıştır.
“Bunca yıllık kesintisiz iktidarız, ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” deniyor. Bu sözler bu alanda da tek’liğe doğru kendi kültür politikalarını oluşturmak için henüz zapturapt altına alınamamış kültür ve sanat alanlarına yönelme ve daha fazla baskı oluşturma anlamına da geliyor.
Oysa kültür-sanat özgürlük bilincinin yansıtıldığı en özgün alandır. Tekçiliğe, tek tipliliğe her türden baskı ve engellemeye doğası gereği karşıdır.
Sanat bir itirazı, bir karşı çıkışı, bir muhalifliği içerdiğinde anlam kazanır. Gerçek sanat güdüm kabul etmez, her türden yönlendirmeyi reddeder, çerçevelere sığmaz.
*
Aslında devletlerin, hükümetlerin kültür-sanat politikası olmamalı. Çünkü sanat çerçevelere, tüzük ve yasalara sığmayan özgür bir alandır. Sanat her türden siyasetin üstünde kendi siyasasını kendi içinde oluşturan bir edimdir. “Yerli ve milli” adı altında yapılacak her türden müdahale ve evcilleştirme çabaları sanatı katletme, özünden uzaklaştırma anlamı taşır. Bu anlamıyla Goethe’nin dediği gibi: “Milli sanat ve milli bilim yoktur, ikisi de tüm üstün ve yüksek değerler gibi, tüm dünyanın malıdır.”
Türkiye’de her tür kültürün belli rant grupları eliyle bir etkisizleştirme sürecine çekilmek istenmesi sistemin ruhuna ve mantalitesine ters bir olgu değil elbet.
Nereden gelirse gelsin sanat güdüm kabul etmez, özü gereği, muhalif kimliğiyle; baskıya, zulme, sömürüye, yasakçı ve tekçi zihniyete karşı olmak durumundadır.
Sanata ve sanatçıya yapılacak en büyük katkı ona uygun özgür bir alan oluşturmaktır. Ötesi zaten “Gölge etme başka ihsan istemem” cümlesinde anlamını bulmuştur.
Sanat; nesneleşmiş, parçalanmış, yabancılaşmış insanın açık kimliğine kavuşması gibi bir işleve sahipken içi boşaltılıp koflaştırılıyor. Düzenin ve sistemin bir parçası haline dönüştürülüyor.
Medyanın ve diğer iletişim araçları da sanat ve edebiyata ilgiyi zaman israfı sayıyor artık. İşin ucuz olanına kaçıyor. Toplum şiir ihtiyacını piyasa şarkı sözleriyle, öykü, roman ihtiyacını; ucuz, estetik değerlerden yoksun dizilerle gidermeye çalışıyor.
*
Bu salgın hemen tüm toplumda, bütün sınıf ve katmanlar için geçerli hale gelmiştir. İnsanın anlamını ve işlevini kavrayamadığı bir ortamda yaşıyor olması, onu her gün biraz daha ezip silmekle kalmıyor, toplumsal ilişkileri güç anlaşılır bir duruma da büründürüyor. Yabancılaşma olgusunun üstüne egemenlerin tek tip insan yaratma girişimlerini de eklediğimizde; çağımız insanı düşünmeyen, duymayan, sevmeyen bir robota dönüşüyor.
Düşünen, sorgulayan bir insan imgesinin ortadan kalkmasına neden olan bu olgu, insansal içeriğin çarpıtılmasına ve bu içeriğin birbirinden kopuk ilişkiler, olaylar içinde verilmesine yol açar.
Sanatsal imge, insanın bu parçalanmışlığı karşısındaki tavrını, onun dünyayı bir bütün olarak algılama ve kavramasına yardımcı olma biçiminde kullanmalıdır. Çünkü sanatın bir işlevi de nesneleştirilmiş böyle bir bireyin gerçek yüzüne dönmesine, özneleşmesine katkı sağlamaktır. Sanatçıya düşen duruşundan taviz vermemektir.