Yusuf Gürsucu
Antonio Gramsci’nin, “Eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı bir değersizleşme, bir çürüme, bir nihilizm dönemi yaşıyoruz” ifadeleriyle ortaya koyduğu bir durumun izdüşümünü yaşıyor gibiyiz. Her birimiz çürümekte ve yok olmakta olanı çok net görüyoruz fakat dünyayı yeniden keşfe gerek olmadığını her nedense hep unutuyoruz. Her şeyin anlam ve değerini yok sayarak yel değirmenlerine karşı savaş naraları atarken sürekli patinaj yaptığımızın pek farkına varmayız ve ilerlediğimizi düşünürüz. Oysa tek bir şeye ihtiyacımız var, o da yalın gerçeklik.
Orwell’ın, “Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder” sözü post-gerçekliğin bir özeti gibidir. Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier’in ‘Fırsatlar Ülkesi: Amerika’ üçlemesinin ilk filmi olan Dogville’de sınır kavramını ve sorgulayan insanın yaşama yabancılaşmasını işlemiştir. Trier, Dogville ve ardından gerçekleştirdiği Manderlay filminde de mekanı yok ederek bizleri mekana ‘yabancılaştırırken’ diğer yandan ise bizim görmemizi istemedikleri birçok şeyin maskesini kaldırmamız gerektiğini ortaya koyar.
Mekan algısının yönetilebilir olduğu, bunun için beyinlerimizde yapılar inşa etmek suretiyle, gerçek ile algı arasındaki paradoksu çözmemiz gerektiği filmin ana fikridir. Kendimizi dış çevreye karşı korumak, aidiyet yaratmak, ilişkileri belirlemek için yarattığımız mekanları bizim belirlediğimiz unutturulmuştur. Bizlerin beyinlerinde ortaya çıkardıkları ve yalanlarla bezedikleri algılar üzerinden, tüm yaşamımız bir bilgisayar oyununu yönetenlerin adeta oyuncağı haline gelmemizi sağlamıştır.
Yaşama o kadar yabancılaşmışız ki, yalan ile gerçeği ayırt edebilme yeteneğimiz körelmiş. Foucault, hangi koşullar altında hangi iktidar mekanizmalarının, hangi bilgiyi ürettiği ve bu bilgiyi isimlendirip onu nasıl doğallaştırmakta olunduğunu aktarırken, bugün doğal gibi gösterilen çok şeyin aslında çürüyüp yok olandan ibaret olduğu gerçeğini, ancak gerçek bilgiye ulaşarak fark edebileceğimize işaret etmektedir.
Yalanla gerçeği ayırt edebilme zorunluluğumuz var. Ancak buna rağmen insanların kapitalizmin seçeneklerine sarılabilmekte olduğunu görebiliyoruz. Onların diliyle gerçeği ifade etmek gerekirse, ‘kapitalizm sürdürülemez’ noktaya varmıştır. Bu nedenle kapitalizmle mücadeleyi ertelenemez biçimde cepheden sürdürmek ve bu yok oluş sürecinin sorumlusunun kapitalizm olduğu gerçeğini haykırmak zorundayız. Bu gerçeklikten uzaklaşmak sadece kapitalizmin soluklanmasına yarayacaktır.
Yalana her dönem ihtiyaç duydular ve dünyayı bugüne kadar yalanlarla yönettiler. Geleceğini yalan üzerine kuran ve bu durumu sürdürmek isteyen kapitalizm, insanlığı sanal ortamlara taşımıştır. Bu sanal alanları bir mücadele odağı olarak görüp sanal platformlar üzerinden örgütlenmelere gitmek, tepkilerin buradan toplumsallaşacağını sanmak sadece yel değirmenleriyle savaşmak anlamına gelmektedir. Oysa kapitalizm toplumun nabzını bu platformlardan takip edip duruma göre politikalar belirlerken, tüketim toplumunu bu alanlardan üzerinden canlı tutmaktadır.
Kapitalizm yaydığı yalanları ile insanı yaşama yabancılaştırırken onları büyük metropollere göçe zorlamış ve aynı zamanda kentlerin içinde yaşayan makineleşmiş, sadece tüketen birer köle haline gelmesini sağlamıştır. Kapitalizme karşı ekolojik, paylaşıma dayalı, sermayeyi ortadan kaldıracak bir alternatifin mutlaka yaratılması gerekliliğini sanal alem üzerinde oluşturabileceğimizi sanmak ise en hafifinden saflık olacaktır.
Gerçek olana ihtiyacımız var ve kapitalizmi cepheden hedef alan ve sadece gerçeğe dayanan bir perspektifle hareket etmek zorundayız. İnsanlık bu deneyimi 1871’de ve 1917’de başararak yaşamıştır. Yeniden denemeliyiz ve asla vazgeçemeyiz. Kapitalizmin post gerçekliği olan yalanı her platformda deşifre ederek ve yalın gerçeklere sarılarak çürüyüp yok olanı tarihin dipsiz kuyusuna gönderilebilir ve yeninin yeniden inşası sağlanabilir.
Devasa boyutlara ulaşan medya ve haber akışını eksen alarak dünyanın enformasyon ve bilgi çağını yaşamakta olduğu iddia edilmektedir. Aynı geminin yolcularıyız tekerlemesiyle süren küreselleşme olgusunun yarattığı öbekler içinde sunulanı yaşıyoruz. Bugün toplumlardaki bireylerin tüketim yolu ile denetlendiği, tüketim olgusunun tüm toplumsal kimliklerin önüne geçtiği tüketim toplumunun birer unsuru haline geldik. Kapitalist endüstri tekeline aldığı üretim süreçlerinde toplumları özgün üretimlerden uzak tutmak ve tüketim odaklı bir yaşamı dayatmaktadır. Açlık ve sefalet ise bu sürecin en büyük çıktısı olarak yaşamımızı kuşatmaktadır.