1655 Londra vebasında hastalar, yakınlarıyla birlikte eve kapatılmakta ve bu kapatma zor yoluyla kontrol edilmektedir. Bu durumda hem ev halkı bulaşa açılmış hem de kapanma korkusu nedeniyle hastalık gizlenmiştir
Dr. Ali Tepe
COVID-19 pandemisinin ilk günlerine dönüp bilim insanlarımızın henüz ne söyleyecekleri hakkında bile hiçbir fikirlerinin olmadığı günlerde -hâlâ da az!- salgınların eşitlikçiliği üstüne bir söylem tutturmuşlardı. Eşitlik duygumuzun mücadele azmimizi ve heyecanımızı arttıracağını düşünüyor olmalılardı. Yanıtı Defoe veriyor anlatısında; vebanın daha çok yoksul dış muhitlerde hapsolduğunu gözlemlediğini yazan Defoe anlatının ilerleyen bölümlerinde parası olanların, hükümet ve kraliyet üyelerinin, aristokratların vs. şehri terk ederek ya da güvenli kapalı ortamlar yaratarak hastalığa karşı daha korunaklı olduklarını söyler. Hiçbir hastalık süreci itibarıyla eşitlikçi değildir, ne yazık ki bunu ısrarla savunan bilim insanları için tekrarlamaktan bıktığımız sözler…
Veba salgını ve tedbirler
Defoe anlatısının günümüze göndermeler açısından en ilginç bölümlerinin başında ise karantina tedbirleri gelmekte. (Evet, geçmişten günümüze gönderme yapmaya başladık… Modern tıbbın ortaçağı mı diye sorarak başlayınca metnin buraya ulaşması da kaçınılmazdı sanırım. Bu bağlamda dert ettiğimiz sorunların başında tıbbın ilan edemediği çaresizlik ve biat sorunu geliyor.) Defoe’nin söz ettiği önlemlerin bazıları: Salgın, bölgelere ayrılmış kentte her bölgeye atanan müfettişlerin kontrolü ile denetlenir. Yasalar çıkartılarak görev alanı belirlenen müfettişler emniyet görevlileri ile çalışır ve hastaların kontrolü böylece sağlanmaya çalışılır. Hastalar ve yakınları hastalığı bildirmekle zorunludur, tabii daha önce ölmezlerse… Sokakların temizliği sağlanır, başıboş gezenlere -dilenciler, ayyaşlar vs.- yasak getirilir. Eğlence ve oyunlar yasaklanır, içkili mekânların saat 21.00’den sonra açılması yasaklanır. Gıda kontrolü yapılır (bozuk balık veya et, küflenmiş tahıl…). Kiralık arabalar kullanımdan sonra 5-6 gün kullanılmayacaktır vs. Sanat ve kültürel faaliyetlere kısıtlama ve yasaklar getirilecektir. Önlemler içinde en çok üstünde durduğu “kapanma” konusuna geçmeden bir anımsatma yapmak istiyorum; hastalığın etkeni bilinmediği, enfeksiyon tanımının yapılmadığı ve herhangi bir bilimsel tedavinin olmadığı günlerden söz ediyoruz. Ne kadar uzak, ne kadar yakın! (Unutmadan, alınan bütün önlemlerin Tabipler Cemiyeti’nin bütün üyelerine danışılarak alındığının da bilgisi mevcut kitapta.)
1665 ve günümüz
Defoe’nin üzerinde önemle durduğu ve sakıncalarından uzun uzun söz ettiği önlem ise tecrit ve eve kapatma. Günümüzün bu gönderme üzerinden sorgulanması olumsuzun olumsuzlanması ve olumsuzun olumlulanması paradoksu sorununu ortaya çıkarır. 1665 Londra vebasında hastalar, yakınları ile birlikte eve kapatılmakta ve bu kapatma zor yoluyla kontrol edilmektedir. Bu “kapanma” sonucu ev halkının tümünün hastalanarak öldüğünü çok sayıda örnekler yazar. Bu durumda hem ev halkı bulaşa açılmış hem de kapanma korkusu nedeniyle hastalık gizlenmiştir. Bugünkü saha pratiğine çeşitli yönlerden benzer bir uygulama! Diğer taraftan psikolojik tahribatının hiçbir şekilde dikkate alınmadığı bir uygulama. Bir taraftan hasta ile sağlıklı olan aynı eve kapatılırken, diğer taraftan tanı almayanlara yüklenen bilinçli umutsuzluk dayatma hali yaygın bir psikolojik çöküşün habercisidir. (Dünyanın birçok ülkesinde yaşanan COVID-19 huzurevi faciaları politik bir tercih midir, yoksa modern tıbbın ortaçağının bir örneği mi?) Yalnız bırakılma çaresizliğinin yarattığı travmayı Defoe, 400 sene öncesinde örneklerken, bizim yaşlı nüfusa uyguladığımız anlamsız ve kanıtı olmayan, bilimsel gerekçelendiremediğimiz kapatma durumu ciddi bir sorun olarak modern tıbbın hanesine olumsuz bağlamda yazılmıştır.
“O dönemde herkesin kafası çok karışıktı” diye yazıyor Defoe; iddiam odur ki, şimdikinden fazla değil! Eve kapatma doğal olarak -benzer biçimde- seyahat kısıtlamasını da beraberinde getirmekteydi. Seyahat kimi kısıtlı zamanlarda hekimlerden zar zor alınan belgelerle mümkün olabilmekteydi. Yasal bir hak olan seyahatin kısıtlanması nedeniyle tartışmalar yaşandığından söz ediyor yazar, oysa bugün küresel demokrasi (!) bu bağlamda bütün yasaklara boyun eğdi. Kapanma bugünkünün aksine bir yolla 1665 yılı salgınında doğru sayılara ulaşılmasının önünde de bir engel oluşturmuştu. Kapanma korkusu nedeniyle bazı semptomların gizlendiği ya da hafif atlatanların başka tanılarla kayıt edildiğinden söz ediyor yazar ve gerçek rakamların söz edilen rakamların en az iki katı olduğunu söylüyor. En azından çok daha dürüstçe, şu an ulaştığımız “bilgi işlem ve iletişim çağında” kimse, bırakın politikacıları bilim insanları dahi gerçek rakamları bilmiyor. Gerçek rakamların çeşitli korkular -ve ticari- nedeniyle telaffuz edilememesini çoktan geçtik…
17. yüzyılda alınan üç önleme de kısaca değinmek gerekiyor. Bunlardan ilki gıda stokunun yeterliliğin sürekli denetlenmesi ve bu bağlamda salgın süresince bir sorunun ortaya çıkmamasıdır. Diğeri ise bununla bağlantılı olarak herhangi bir üründe fiyat artışının olmamasıdır. Bunları gerçek bir başarı olarak değerlendirebiliriz, hele ki son bir yıldan bu yana yaşadıklarımız düşünüldüğünde! Üçüncüsü ise “veba evi” projesidir. Bu hastalananların özel evlerde tecrit edilerek tedavilerine yönelik bir girişimdir. Hastalığın niteliği düşünüldüğünde uygulanması oldukça zordur ancak “diğer önlemlere” göre bilimsel açıdan belki de en doğru olanıdır.
Bilime güven yara aldı
Ve yeniden dönelim bilim insanlarınabilim kurullarına, önce Defoe: “Vaazlarında halka moral vereceğim derken umutsuzluğa düşüren rahipleri suçlayamam” diyor -ki ben “günümüz vaazcılarının” modern tıp propagandasının ideolojik bir hile aracına dönüştüğü günümüzde suçlanması gerektiğini düşünüyorum- ve devam ediyor “Farklı inanç ve düşüncelerden, konuşmaları büyük bir dehşetin izlerini taşıyan, ağızlarından çıkan her söz kasvet yüklü olan böyle birtakım iyi insanlar vardı. İnsanları bir tür korku ile bir araya getiriyor, kehanetlerinde onlara sadece felaket haberleri vererek tümüyle mahvolmuş bir halde, gözyaşları içerisinde yolcu ediyordu.” “Teşbihte hata olmaz” derler, bu güvenle devam edelim. COVID-19 hakkında kanıtlara dayalı bilgilerimizin yetersizliği ve onun karşısındaki bir yıldan bu yana devam eden çaresizlik ortadayken bilim kurulu veya bilim insanlarından oluşan yapılanmaları -tabii ki pandemi özelinde!- klerikalist bir yapılanma olarak görme hakkına sahip olduğumuzu düşünüyorum. Otoritenin emrinde/gözetiminde otokratik bir otorite kurumsallaşması oldukları iddia edilebilir, üstelik de bu iddianın haklılığını kanıtlayacak epeyce veriye de sahibiz. İlk günden bu yana bir rating aracı olarak görülen “korkutucu vaazlarının” toplumsal ve bireysel psikolojiye etkilerini bir yana bırakalım, pandemi argümanı kullanılarak ikili otoritenin sürdürülebilir olması için yaptığı katkıları sorgulayalım.
Hastalık özelinde “gerçeğe” ait bilginin orada ama nerede olduğuna dair bilgisizliğin itirafının ancak bir otorite meşruiyeti içerisinde mümkün olabileceğinin adı olmuştur sayelerinde “bilim.” Salgının ilk itirafından beri bilim kurulu üyelerinin ve destekçileri sağlı-sollu bilim insanlarının korunma-tedavi vs. önerilerindeki derin-büyük çelişkileri burada özetlemeye bile kalksak sayfalar dolacaktır. (Maske takılsın takılmasın, bir metre mesafe sekiz metre mesafe, 90 derecede yıkama, alışveriş torbası ile taşınır, sokaktan eve gelmez… Artık mizah konusu olabilecek bu tartışmalar “sokaktaki vatandaşın” değil bilim kurullarını oluşturan bilim insanlarının büyükbilimsel tartışmalarından sadece bir iki örnek) Yaratılan korku ortamı gerçeğin bilinmezliğine ait bilginin mistifikasyonu ile birlikte otoritenin yalanlarının ve sahip olunan bilginin dahi gizlenmesinin meşruluğuna araç yapılıyordu. Böylece bilim insanları ile Ortaçağ papazları arasında bu bağlamda artık hiçbir fark kalmıyordu. Savunuların aksine bilime olan güven bu kurullar aracılığıyla büyük yaralar aldı. İşte oralarda bir yerde olan tek gerçek vardı, o da bu sürecin politikacılar ve bilim insanları aracılığıyla alabildiğine kötü yönetildiği ve sahip olunduğu haliyle bilimsel yetersizliği çaresizliğin ideolojik müdahale ile gizlenmeye çalışıldığı gerçeğiydi. Bütün taraflar tarafından süreç o kadar kötü yönlendiriliyordu ki -bilinçli olarak- gerçek olmaması imkânsızdı. Kötü ya da sahte olamayacak kadar gerçek, salt bu nedenle gerçek…
Oyunculu kamu spotları
Sonlandırmadan önce sürece yapılan ve üçüncü ayaktan yapılan müdahalelerden bir örnek vermek istiyorum. Fransızca kökenli bir sözcüğün tanımlarıdır ve şu teşbih meselesinden yola çıkarak yaklaşımımıza uygun tanımlardır: “Kendi bilgi ve niteliklerini veya mallarını överek karşısındaki kandıran veya dolandıran kimse…” , “bilir geçinen kimse…” Bu “durumu” üstlenen bilim insanlarını ve politikacıları tanıdık. Bir-iki oyuncunun rol aldığı kamu spotu ise “gerçeğin nerede olduğuna dair” tartışmaya son noktayı koyduğu görüldü. Herkes anımsayacaktır, yerli ve milli olmayan alıntı “doktorlu dizilerden” iki dizi oyuncusu ekranlarımızı saat başı işgal ederek ruhumuzun karartılması yönünde ellerinden geleni yaptılar. Dizilerde doktor rolü yapan (!) bu zatlar rollerini kamuya bilimsel bilgilerin aktarılmasında da yerlerine getirdiler. Ne var ki tıpkı durumları gibi söyledikleri, dayattıkları “şeylerin” çoğu bilimsellikten uzak saçma sapan şeylerdi ve ürkütmekten başka bir şeye yaramıyordu. Hurafeler işte böyle doğar! Gerçekliği tartışılır bilgiler “alıntı/taklit” dizilerde doktor rolü yapan -gerçekte olmayan- kişiler aracılıyla yayılmaya çalışıldı. Bu satırlar yazılırken bunlardan birisinin de hasta olduğu açıklandı. Burada başlar işte gerçekten felsefi bir tartışma!
BİTTİ
*Dosyanın birinci bölümü için tıklayınız