Koronavirüs, devletin “yüce” makamlarınca kabullenildiğinden bu yana tüm toplumu tehdit eden bu ölümcül salgın karşısında siyasi iktidarın tercihi; toplumun sağlığı değil, sermayenin ve kendi iktidarının “âli” çıkarları oldu.
TTB ve uzman hekim örgütleri, başından beri salgına ilişkin verilerin gerçekliği, şeffaflığı ve alınan önlemlere yönelik eleştirilerini ve görüşlerini her platformda toplumla paylaştı, hükümete uyarılarda bulundu. Ama süreç akıl ve bilimle değil, tek adamın ağzından çıkan sözle yönetildi.
Salgına karşı önlemlerin gecikmesi; emekçilerin fiziksel mesafeyi sağlayacak karantinanın dışında tutulması; gerçek verilerin toplumla, daha da önemlisi salgına karşı canı pahasına mücadele veren sağlıkçılarla bile paylaşılmaması ve nihayet “normalleşme” adı altında önlemlerin büyük ölçüde gevşetilmesi hep tartışıldı. Ama tercih yapılmış, tek adam sözünü söylemişti!
Sonuç olarak resmi rakamlara göre (18 Haziran itibariyle), virüs bulaşan 184 bin 31 kişiden 4 bin 882’si yaşamını kaybetti. Salgın sürecinin yönetiminde tercih, ekonomik ve siyasi çıkarlar değil de toplum sağlığı olsaydı ve bilimsel doğrularla hareket edilseydi tablo değişir miydi?
Prof. Dr. Erol Taymaz’ın Yeni Zelanda ile karşılaştırmalı olarak yaptığı ve geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Covid 19 Politikalarının İktisadi ve Toplumsal Etkileri” başlıklı analizine göre: Türkiye’de önlemler, ekonomik ve siyasi çıkarlar doğrultusunda keyfi olarak alınmasaydı ve Yeni Zelanda’da olduğu gibi salgının ortaya çıkmasıyla bir ay süresince herkes -ayrımsız- eve kapansaydı, salgın nedeniyle hastalanan ve ölenlerin sayısı yüzde 40 daha az olacak; yani korona nedeniyle yaşamını yitiren yaklaşık 1300 kişi bugün yaşıyor olacaktı. Hem de salgının ekonomik maliyeti bugünkünden fazla olmayacaktı. Bu analiz de gösteriyor ki, insan yaşamının maliyet hesabı yapmadan (Yeni Zelanda da kapitalist bir ülke olarak bu hesabı yapmıştır) sadece insan sağlığı öncelenerek sürdürülecek bir mücadelede, yaşamını kaybedenlerin sayısı çok daha az olacaktı.
Farklı analizlerde başka başka sonuçlar da çıkartılabilir belki ama değişmeyecek gerçek şudur ki; toplum sağlığı yerine ekonomik ve siyasi çıkarlar tercih edildiğinde salgınla mücadele yetersiz kalmakta ve binlerce insan, bu tercih nedeniyle yaşamını yitirmektedir.
“Normalleşme” adına önlemlerin neredeyse tamamen ortadan kaldırıldığı 1 Haziran sonrasında resmi açıklamalarda bile vaka sayısı hızla artmaktadır. AVM’lerden, adliyelerden, fabrikalardan yani insanların toplu halde bulunduğu hemen her yerden yeni vaka haberleri gelmekte, İstanbul başta olmak üzere birçok ilde yoğun bakım ünitelerinin yetersiz kaldığı bildirilmektedir. Tüm bunların üzerine, uzmanların ısrarlı uyarılarına rağmen “tek adam”ın kararıyla, önümüzdeki günlerde milyonlarca öğrenci ve eğitimci, “fiziksel mesafe” önlemi hiçe sayılarak LGS ve YKS’ye katılmak zorunda kalacaktır. Sınav saatleri sürecinde alınan sokağa çıkma kısıtlaması, göstermelik kararlardan bir yenisidir ve salgının yayılmasına engel olmayacağı açıktır.
Peki, toplum sağlığı ve insan yaşamını değersiz gören, yaşam hakkını açık biçimde ihlal eden tercihler karşısında muhalif partiler, sendikalar ve diğer demokratik örgütlenmeler neden tepkisizdir? Yaşam hakkı siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel haklardan daha mı önemsizdir de, bu alanlarda mücadele eden örgütler; sermayenin ve iktidarın çıkarları için binlerce insanın ölümüne göz yumulmasına sessiz kalmaktadır?
Çuvaldızı önce kendi örgütüm Eğitim Sen’e batırayım, diğerlerine iğneyi batırırım daha sonra: Siyasi tercihlerle toplum sağlığının, yaşam hakkının ihlal edildiği koşullarda yürütülecek mücadele bir sendikanın en temel sorumluluğudur. Hele yaşamı tehlikeye atılanlar, kendi örgütlenme alanında ise… LGS ve YKS, milyonlarca öğrencinin ve beraberinde Eğitim Sen üyelerinin de dahil olduğu on binlerce eğitim emekçisinin yaşamını tehdit etmektedir. Böyle bir durumda, resmi başvuruların, sosyal medyada yapılan birtakım açıklamaların, “sürecin takipçisi olunduğu”nu söylemenin bir karşılığı yoktur. Öğrencilerin, Eğitim Sen üyelerinin ve tüm eğitim emekçilerin yaşam hakkı için genel bir boykot çağrısında bulunmak (mümkün olsa da genel grev çağrısı yapılabilse keşke); sendika olmanın gereği olduğu gibi, üzerine ölü toprağı serpilmiş demokrasi mücadelesine de, Eğitim Sen tarihine de yaraşır bir katkı olurdu. Ama bu olanak kaçırılmıştır maalesef!
Bu arada önümüzdeki hafta başlayacak olan öğretmenlerin yıl sonu mesleki çalışmalarının Eğitim Sen’in de girişimiyle yüz yüze yapılmak yerine, uzaktan yapılma kararının alınması önemlidir elbette. Ancak bu kararla, fiziksel mesafe koşullarına uyulmasının mümkün olmadığı iki büyük sınavda görev alacak eğitim emekçileri salgın tehlikesinden korunmuş olmayacaktır.