Rosa Luxemburg bir makalesinde “bazı cesetler trombonlardan daha sesli çığlık atarlar” mealinde bir metafor kullanmıştı. Bunca yıl sonra Rosa’ya hak vermemek elden değil. Çünkü Almanya’nın Hanau kentindeki faşist katliamın kurbanlarının cesetleri yüksek desibelde çığlık atmaya devam ediyorlar hâlâ. Çığlıklarıyla da günümüzün çürümüş gerçeklerine işaret edip, bizlere sesleniyorlar. Görmek, duymak isteyenlere tabii…
Katliam sonrası bilindik, alışıldık reaksiyonlar geldi. Burjuva siyasetçileri ve yaygın medya her zamanki timsah gözyaşları ve “ah, ne kadar demokratiğiz” maskelerini takıp gene, “üzgünüz, dayanışma gösteriyoruz” türünden laf salatalarıyla, korkudan titreyen çoğunluk toplumunu kendi yarattıklarından koruyacaklarını ilân ettiler. Şansölye Merkel “ırkçılık zehirdir” çıkışını yaparken, uzmanlar (!) faşist saldırganın “şizofrenik zırdeli” ve katliamın “hastalıklı ve münferit bir olay” olduğunu hemen tespit ettiler.
Faşist saldırganın hastalıklı bir insan olması büyük olasılık, çünkü böylesi bir katliam sağlıklı düşünen birisinin yapabileceği bir olay değil. Katliam sonrası annesini öldürüp, intihar etmesi hastalıklı olduğunu gösteriyor. Ancak bu faşist katliamın asıl nedenlerini açıklamıyor. Çünkü ırkçılık ve faşizm ne “zehir”, ne “hastalık” ne de “münferit ideoloji” sayılabilirler.
Yaygın medyada faşist saldırganın internette yayınladığı “manifestoya” atıfta bulunularak, “psikopatların toplumumuza ırkçılık aşılamasına meydan vermeyelim” gibi yorumlarla bezenmiş “demokrasimize sahip çıkalım” çağrıları yapılıyor. Aslında bu şekilde asıl yapısal sorunların üstü örtülerek, sistemin “sağlıklı” olduğu telkin ediliyor.
Peş peşe gelen ırkçı-faşist saldırılar karşısında baygınlık geçiren demokratlar (!) ve sol-liberaller ise “demokrasiyi koruma” demagojisini güçlendirmeye devam ediyorlar. Benzer yaklaşımı Türkiye medyasında, örneğin Gazete Duvar’da okumak mümkün. Özgür Çoban yazısında https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/02/21/neonazi-teroru-almanya-karanliga-suruklenirken/ “Neofaşist partilerin (…) demokratik kurumları sınırsız bir şekilde kullanmalarına izin verilmesini” ve “faşist teröristin devletin gözü önünde (…) katliam yapmasını” anlayamadığını belirterek, faşizmin “bazı Almanların genetik kodlarına kadar sindiği” tespitini yapıyor.
Çoban, kimi sol-liberal gibi, egemenlerin tuzağına düşmüş. Faşizmin insanlardaki kalıtsal bozukluk olmadığını görmek için, genetikçi olmaya gerek yok. Genetik kodlardan bahsedilecekse, o zaman faşizmin kapitalist sistemin genlerindeki yapısal temel üzerine kurulu olduğu söylenmelidir. Yani faşizm bireysel değil, yapısal bir olgudur. Aynı şekilde ne kapitalist toplumun “sağlıklı organizma” olduğundan, ne de ırkçılığın “dışarıdan enjekte edilen zehir” olmasından bahsedilebilir. Irkçılık ve milliyetçilik egemen iktidar ve mülkiyet ilişkileri üzerine kuruludur. Zehir veya hastalık değil, egemenlik araçlarıdırlar.
Nihâyetinde ırkçı-faşist bireylerin düşünceleri, egemen sınıfların düşüncelerinin iz düşümüdür. Eylemleri ise, sınıf tahakkümünün sürdürülebilirliğini sağlamak için yürütülen demagojik söylem ve propagandanın yarattığı bir sonuçtur. Demokratların (!) ve sol-liberallerin son tahlilde öğrenmeleri gereken gerçek, Hanau ve benzeri faşist katliamların ancak ve ancak neoliberal yıkım politikalarına ve emperyalist yayılmacılığa etkin ve kararlı karşı çıkışla engellenebileceğidir. Max Horkheimer’in 1939’da yazdığı gibi, “Kapitalizm hakkında konuşmak istemeyen, faşizm hakkında da sessiz kalmalıdır”.
Bunları, her şeyi devrim sonrasına ertelemek niyetiyle yazmıyoruz. Tam aksine, bugün ve burada verilecek etkin antifaşist ve demokratik mücadelenin önü asıl nedenler bilindiğinde açılacağı için. Çünkü Rosa’nın dediği gibi, “En devrimci eylem, neyin ne olduğunu söylemektir!”