Ahmet Tulgar
Ayşegül Tözeren’i kamuoyu daha çok edebiyat eleştirisi yazılarından tanıyor. Ancak Tözeren aynı zamanda bir aktivist. Sokakta, salonlarda hak ihlallerini protesto eder, basın açıklamaları yapar, panel modere ederken rastladığınızda şık ve bakımlı hali, sakin ve melodik konuşma üslubu hemen dikkatinizi çeker. Muhalif tarza kendince bir estetik katma çabası içinde gibidir. Ama Ayşegül Tözeren bir de hekimdir. Bu üç alanda, birinden diğerine seksek oynayan bir kız çocuğu gibi kolayca ve zarifçe geçen Ayşegül, kendi ifadesiyle “kompartımanlara ayırmadığı” hayatının bu üç alanından deneyimlerini de sağlam metinlerde bir araya getiriyor.
Siz doktorsunuz. Ancak son yıllarda edebiyat eleştirmeni olarak öne çıktınız? Tıp ile edebiyatın ilişkisi nedir sizin hayatınızda?
Tıpta sınırda yaşarsınız. Ölüm ve kalımın arasındaki belirsizlikte. Sınırda olmak, tuhaf bir denge halini getiriyor… Has edebiyatın da arafta olmakla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Arafı yaşamımın geniş zamanlarında hissetmek kalemimi ve zihnimi daha özgür kılıyor.
Bir aktivist olarak da sokaktasınız, toplantılardasınız. Tıp, hekimlik kendiliğinden bir toplumsal duyarlılık kazandırır mı? Edebiyat mı sizi toplumsal mücadeleye yöneltiyor? Bu üçünün ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?
Yaşamımı hiçbir zaman kompartmanlara ayırmadım. Her birinin, birbirini etkilediğini, birbiriyle etkileştiğini düşünüyorum. Ne sokakta, ne toplantıda, ne işimi yaparken, ne de yazarken farklı maskeler takıyorum. Aynı benim. Ancak tabii ki, şunu da belirtmek isterim, hekimin tek yemini vardır; Hipokrat yemini. Bu da kişinin din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapmayacağını kesinleştiren, onuru üzerine edilmiş bir yemindir. Bu yeminin ardından toplumsal bir duyarlılık sahibi olmamak mümkün mü? Ya da edebiyat gibi “bütün mümkünlerin kıyısına” çağıran bir türe kafa yoruyorsan…
Aktivizmden, muhalefetten uzak bir edebiyatçılık sizce mümkün mü? Nereye kadar?
Bir önceki cevabımın son cümlesini tekrarlayayım. Edebiyat “bütün mümkünlerin kıyısında olma” haliyken, var olanın ötesini düşünmemek… Turgut Uyar’ın bir dizesinde mi geçiyordu, şimdi hatırlayamıyorum, “kullanılmamış sınırsızlıklar” diye bir ifade vardır. Kullanılmamış sınırsızlıkları, bambaşka bir dünyanın imkânlarını düşünmemek… Bence, böyle bir edebiyat mümkün değil. Bu yüzden, bir sözcük oyunu yapmıştım, edebiat değil, edebiyat diye… Bu sorunuza son cümlem biraz iddialı olacak ama… Tam da bu yüzden, sağ görüşlü yazarlardan bir Cortazar çıkamaz.
Siz edebiyatta iki kategoriye özellikle ağırlık veriyorsunuz. Cezaevindekiler ve kadınlar. Önce müebbet edebiyattan bahsedelim. Pek ilgilenilmeyen bu alana yönelişiniz nasıl oldu?
Yerel fuarları gezip, orada okurla buluşturulan kitaplara bakmayı severim. Urfa’da bir fuarda ağırlaştırılmış müebbete hükümlü yazarlardan, Mahmut Yamalak’ın romanına rastladım. Roman teknik ve dil açısından çıtanın çok üstündeydi. Biliyorsunuz, Türkçe edebiyatla ilgilenenlerin çoğunda bir önyargı vardır, hapiste yazılanlar slogan ve ajitasyondan ibarettir diye… Hâlbuki hapiste eline kalem alan doksan kuşağının yazdıkları bu önyargının tamamen dışındaydı. Eleştirmenlik değer katmaktır, değeri yeterince teslim edilmemiş eserlere ve yazarlara da.
Cezaevlerinden çıkan edebiyatın özgünlükleri nedir?
Dışarıda yazan birçok yazara göre, metinlerinde, içerik olarak da, biçimce de farklılıklar var. Seksenlerle birlikte dışarıda hâkim olan yılgınlık, bezginlik otosansüre dönüşürken, dışarıdaki yazarların çoğunu toplumsal olandan uzak tutmuştur. Oysa yazarın fildişi kulesi, zihinsel bir zindanı da olabilir. İçerideki yazarlarsa hikâye anlatırken sakınımlı değiller. Toplumsal konulara da dokunmaktan çekinmiyorlar. Ancak ajitasyon ve slogana bir önceki cevabımda söylediğim gibi hiç girmiyorlar. Doksan kuşağında, seksenlerin gölgesi olan sansür ve otosansür, metinlerde içe kapanma ve yabancılaşma gibi unsurların etkili olmasına neden olmuştu. Ancak zorunlu olarak dıştan soyutlanmış bir yazarın içe dönmesi farklı bir anlama sahip. İçerideki yazarlar, yazarken bilinç katmanlarında yolculuk yapıyorlar ve eserlerinde hayali karakterlere rastlanıyor. Bu, şiirdeki tecrit sanatıyla da yakın… Tecrit sanatı, şiirde şairin kendinden farklı biriymiş gibi bahsetme yoluyla söz sanatı yapması.
Bir tıp insanı olarak cezaevlerindeki duruma nasıl bakıyorsunuz?
Sağlıkta Dönüşüm Programı’yla birlikte, cezaevi hekimlerinin yerini hapishanenin nüfusuna göre ziyaret yapan aile hekimleri aldı. Ancak cezaevi, toplu yaşama alanı olduğu için kendine has özellikleri var. Örneğin aşılama gibi koruyucu hekimlik yaklaşımı çok önemlidir. Cezaevi hekimleri meslek içi eğitimle hapiste hastalık ve sağlık durumuna ilişkin bir anlamda uzmanlaşıyorlardı. Belki çok teknik bir yanıt verdim ama cezaevi hekimliği programının tekrar gündeme alınarak, düşünülmesi gerektiğine inanıyorum.
Selahattin Demirtaş’ın ilk öykü kitabı, Seher hem Türkiye’de hem uluslararası alanda çok ilgi çekti, beğenildi. Seher, Türkçe öykücülükte nerede duruyor sizin için?
Daha önceki sorularınıza cevap verirken, hapiste yazılanlara yönelik bir önyargı olduğundan söz etmiştim. İçeride yazılanlar sadece slogandan ibaret sanılıyor. Seher, bu önyargılara iyi bir yanıttı. Öyküleri, teknik açıdan sağlamdı. Kitaba yönelik eleştiriler de teknik gerekçe içermiyordu. Seher’e yönelik olan eleştiri metinleri, yazarı popüler olduğu için öykülerine ilginin yoğun olduğu iddiasından oluşuyordu. Bu, benim için edebiyat eleştirisi değil. Edebiyat, aradalık halidir, siyahlar, beyazlar, mutlak iyiler, mutlak kötüler olmaz. Edebiyatı edebiyat yapan, yaşamdaki çelişkileri estetik biçimde sunabilmesidir. Öykücü Demirtaş da, ironiden mürekkep çekerek, yaşamdaki, insanın zihnindeki, ruhundaki çelişkileri başarıyla aktarabilmiş. Tam da, bundan dolayı, siyasetçi Demirtaş’ın görüşlerine kendisini çok uzak gören okurlar da, Seher’i okudu ve okumaya devam ediyor. Bir yazar için siyasetçi olarak bilinir olmak, avantaj mıdır, dezavantaj mıdır tartışırım. Çünkü siyasetçilikten yazarlığa soyunduğunda bir insan, edebiyatının gücüyle siyasetten gelen önyargıları da kırmak zorunda. Demirtaş, bunu başarabildi. Türkçe öykücülükte dikkat çeken kalemlerden biridir, önyargılarından kurtulmuş herkes bu cümleyi kurabilir.
Türkçe ve Kürtçe edebiyatta kadınlar üzerinde bir erkek iktidarı uygulanıyor mu? Kadınların edebiyattaki mücadelesi için neler demek istersiniz?
Sorunuzu bir örnekle yanıtlayacağım, takdiri de okurlara bırakacağım. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu yazan usta kalem Sevgi Soysal’a, hâkim mesleğini sorar, Soysal, “yazarım” deyince, karşılık verir: “yaz kızım, ev kadını.” Elbette, yazan kadın açısından “yargılanma” sadece mahkemeyle sınırlı değildir. Soysal’ın, “Şafak” kitabında önsöz yerine yer verilen metinlerden birinde, örneğin, kadın karakterlerden birinin ailesinden, çocuğundan söz etmemesi yadırganır, “duyguları törpülenmiş bir politik birey” mi, diye düşünülür… Tabii ki, bu metni bir erkek yazmıştır, ona göre, kadın her zaman anne gibi davranmak zorundadır ve böyle bir yargılamanın yer aldığı metni de edebiyatta kadın dilini en iyi kuran yazarlardan birinin kitabına koymaktan kimse rahatsız olmaz. Çünkü yayınevlerinin yayın politikalarını da erkek editörler belirler. Bir belediye Sevgi Soysal için panel hazırlar, sadece erkek yazarlar konuşur panelde… Derdim anlaşılmıştır, umarım.
‘Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi’ adlı kitabınız çok dikkat çekti. Edebiyat eleştirisinde kriterleriniz nedir?
Ders kitabından bir parça alıntılar gibi yanıtlamayayım. Büyük şiiri de, edebiyatı da nerede olursa olsun, koklar, bulurum.