Altılı masasının topluma vaat ettiği restorasyon projesi, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni ile 28 Şubat’ta Yarının Türkiye’si imzasıyla şaşaalı bir PR ile ilan edilmişti. Söz konusu mutabakat metninin devamcısı niteliğindeki Anayasa Değişikliği taslağı ise 28 Kasım’da kimi değişiklik önerileriyle benzeri bir şaşaa ile duyuruldu.
Sınırları 12 Eylül anayasası ile çitlenmiş olan anayasa taslağı, ‘güçlendirilmiş demokrasi pelerini’ giydirilmiş bir makyajlamayla darbe anayasasının özüne dokunmadan biçimsel ve palyatif tadilat önerileri etrafında sunuldu.
Halksız bir Anayasa dayatması
Restorasyon doğası gereği öze değil biçime içkindir. Öyle ki; söz konusu anayasa taslağı altılı masanın alameti farikasını niteliyor. Yani; sistemin sivri yanlarının rötuşlanarak, devletin bekasının yeniden tesis edileceği ve burjuva düzenin güçlendirilerek aynen sürdürüleceği, Erdoğan iktidarının sandıkla düşürülüp kendilerine devredileceği bir geçiş sürecinin anayasası vaat ediliyor.
‘Halksız bir demokrasi’ ve ‘halksız bir anayasa’ önermesindeki ittifak mutabakatı, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki anayasaların egemen devlet ve sermaye yapısına içkin olan ‘halka rağmen ve çoğu zaman halka karşı ama halk için’ içeriği ile damgalı despotik cumhuriyet ve despotik bir demokrasinin anayasal zeminine sadakatini koruyarak; içerisinde işçileri, emekçileri, kadınları, Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere halklar, inançlar ve kimlikleri barındırmıyor.
Millet İttifakı’nın sermaye ve devlet ile göbekten bağlı olan karakteristiği dolayısıyla barındırması da doğasına aykırı.
Zira bu anayasa taslağı ile; söz konusu güçlendirilmiş parlamenter sistem lafzındaki güçlendirme vaadinin halkı değil, düzeni güçlendirme vaadi olduğu bir kez daha teyit ediliyor.
Demokrasiyi salt oy kullanmaya ve parlamentonun güçlendirilmesine indirgeyen, devleti halktan soyutlayan ve ayrıcalıklılaştıran, hak ve özgürlükler hukukunun halk için değil, bizatihi sermaye ve devletin çıkarlarının merkeze alınarak halka karşı iktidarın bekasını korumakla yüklü ve yükümlü olacak bir anayasal zeminin teminatı veriliyor esasında egemenlere. O yüzdendir ki, işçilerin, emekçilerin, halkın ve tüm toplumsal kesimlerin acil ve yaşamsal ihtiyaçları ve talepleri taslakta yer bulamıyor. Yani ‘eksik’ ya ‘yetersiz’ olduğu için değil, altılı masanın doğası buna el vermediği için metinde yer bulamıyor halk.
Emekçi sınıfların örgütlenme, ifade, toplantı ve gösteri özgürlüğü, Kürt sorununun demokratik çözümü, inanç sorununun eşit yurttaşlık, kadın sorununun toplumsal cinsiyet eşitliği temelinde çözümü, yerel yönetimlerin güçlenmesi, özerkleşmesi, devlet sisteminin demokratikleştirilmesi hususlarına yer verilmemesi tesadüf değil. Çünkü altılı masasının esasına aykırı bunlar.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinden biliyoruz ki, o eskiye özlem duyurularak geri çağrılan parlamenter sistem anayasa taslağı tıpkı saray rejiminin anayasasında olduğu gibi, halkın katılımını dışlayarak, halk için değil halk adına söz, yetki ve karar mekanizmalarına despotik devlet geleneğinin devamcısı olarak oturuveriyor. Ki bu da demek oluyor ki halkın çıkarlarına dair vaat ettikleri gibi bir ‘kurtarıcı’ görevi değil bir ‘baraj’ görevi görüyorlar ve görecekler.
Demokratik Anayasaya ihtiyaç var
Egemenlerin dayattığı anayasa tartışmaları sınırlarına hapsolmadan açıkça ifade etmek gerekiyor ki, demokratik bir anayasaya olan ihtiyaç her geçen gün daha da yaşamsallaşıyor. Halkın çıkarlarını merkezine alarak halkın haklarının kurucu bir toplumsal sözleşme ile güvence altına alındığı, devletin bir halk demokrasisiyle yeniden örgütlenerek inşa edildiği halkçı bir anayasaya ekmek kadar, su kadar, hava kadar ihtiyacımız var.
Egemenlerin barajı halkın barajının örgütlü ve politik bir merkez kuvvete dönüşmesiyle, pekâlâ yıkılabilir. Faşizmin kurumsallaşması hamlelerine ekmek ve özgürlük arayışlarıyla set oluşturan halkın barajının siyasallaşması ve özneleşmesi ile bu mümkün. Dahası; halkın doğrudan katılımı ile oluşacak bir halk demokrasisi ve iktidarının güvencesi olacak demokratik bir anayasanın inşası mümkün olmanın ötesinde insanca bir yaşam için bir zorunluluk.
Emekçilerin, derinleşen krizlerin basıncı altındaki felç edilmiş yaşamlarının halk gerçekliği bunu somutluyor olsa gerek.
Halkın yegâne alternatifi: Emek ve Özgürlük İttifakı
O halk gerçekliğinin nesnelliği, sermayenin çıkarları yerine emeğin haklarını merkezine almayan hiçbir anayasa değişikliğinin gerçek bir demokrasi vaat edemeyeceğini bize yaşamın içinden çıkıp gelerek söylüyor.
O halk gerçekliğinin nesnelliği, insanca ve güvenceli bir yaşamın, servet vergisi yaptırımı getirilerek, dolaylı vergilerin kaldırıldığı, temel haklar ve ihtiyaçların, demokrasi ve özgürlüklerin halkın hakları temelinde güvence altına alınacağı, çalışma saatlerinin iş sağlığı ve güvenliğinin, örgütlenme hakkının ancak ve ancak neoliberalizmi karşısına alan örgütlü bir programın tabandan gelen eylemliliği ile mümkün olacağını söylüyor.
Yani despotik devlet geleneğinin tepeden inmeci ve statükocu hareket biçiminden gelen masa başında yazılmış yamalı bohça niteliğindeki anayasa değişiklikleriyle değil alttan gelen bir basınçla gerçekleşecek halkın hakları anayasası hareketiyle halkçı bir seçeceğin inşasının mümkün olacağını söylüyor.
O halkçı seçeneği halkın içinde halkla birlikte örgütleyecek yegâne alternatif ve adres ise Emek ve Özgürlük İttifakı’ndan başkası değil.
Halkın iktidarı, merkezinde halk meclislerinin olduğu, halkın seçtiği temsilcilerden oluşan bir kurucu meclis ve kurucu bir anayasa temelinde gerçekleşebilir. 24 Eylül’de açıklamış olduğumuz halkçı program çerçevesi demokratik bir anayasanın öncülüdür.
Şimdi halkın kurucu bir iktidar öznesi olduğu, halkın özneleşeceği politik merkez kuvveti örgütleme zamanı. Şimdi halkçı bir seçeneği mümkün kılmak için emek ve özgürlük zamanı.