Yeni rejimin ilk yerel seçimi olan 31 Mart, partiler arası seçim ittifaklarının partiler için avantajlarını ve dezavantajlarını ortaya çıkardı. Seçim sonuçlarına göre Cumhur İttifakı’nın kazananı MHP, Millet İttifakı’nın kazanını CHP oldu. İttifaklar, kurumsal yapılara, yani partilere üstünlük sağlarken, bağımsız ya da küçük partilerden seçimlere katılan “küskün” adayların başarılı olmasını engelledi. Saadet Partisi gibi yerelde şansını tek başına deneyen partiler de beklenen başarıyı gösteremedi. Belli ki, başkanlık rejimi tasarlanırken bazı detaylar ya unutulmuş ya da olası sorunların üzerine fazla kafa yorulmamış.
Başkanlık rejiminin siyasal istikrarı için getirilen partiler arası ittifaklar, yeni rejimin zaaflarını da ortaya çıkardı. Bu bağlamda, yeni rejime geçiş sürecinin alelacele ve el yordamıyla yaşanmasından kaynaklanan siyasal öngörüsüzlükler; yerel seçimlerin eski rejimin seçim yasasına göre yapılması, ilk kez 24 Haziran’da denenen partiler arası ittifakların belirsizlikleri, kutuplaştırmanın kitlelerde yarattığı siyasal ve toplumsal tepkiler, demokratik hak ve özgürlüklerin giderek artan oranda askıya alınması, tek kişi üzerinden sürdürülen beka sorunu ve sıkça yinelenen afaki söylemlerin artık etkisini yitirdiğini söyleyebiliriz.
AKP ve MHP arasındaki ittifakın el yordamıyla yürümediğini, Bahçeli’nin ya da Erdoğan’ın hiçbir önerisinin birbirlerinden habersiz olmadığını, parlamento ortak hareket etmeyi gerektiren hemen her konunun önce Cumhur İttifakı komisyonlarında görüşüldükten ve bir uzlaşı sağlandıktan sonra kamuoyuna yansıtıldığını biliyoruz. Bu ittifakta Bahçeli’nin ön planda görünüyor olması Erdoğan’ı yönlendirdiği anlamına gelmiyor. Kendi ifadelerine göre artık Erdoğan ile Bahçeli “kanka” oldular. Tüm siyasal ittifaklarda olduğu gibi “büyük ortak-küçük ortak” psikolojisinin her zaman geçerli olduğunu ve her ikisinin de kendi konumlarının bilinciyle hareket ettikleri de bildiğimiz bir gerçek. Cumhur İttifakı Protokolü’nde, “Türkiye’nin istiklâlini ve istikbalini her şeyin üstünde tutan bir anlayışla, güçlü ve istikrarlı bir parlamento yapısının oluşturulması ve gelecek beş yıl içinde Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin bütün kurum ve kurallarıyla yerleşmesini temin etmeyi hedeflemektedir” denilmişti. Millet İttifakı Protokolü’nde ise, “Toplumsal ayrışma ve kutuplaşmaya son vermek, halkımızın özlediği huzur, kardeşlik ve güven ortamı içinde adil ve güvenli bir seçimin yapılmasına katkıda bulunmak; ülkemizin siyasal sistemini bir an önce normalleştirmek, çoğulcu demokrasi esaslarına göre rekabetçi demokratik siyasal zemini tüm gerekleriyle yeniden inşa etmekten” söz edilmişti.
Müesses nizam partileri tarafından yapılan bu ittifakların ve protokollerin amacı, yeni rejime geçişin sorunsuz yaşanması ve statükonun korunmasıydı. Ancak bu protokollerde iddia edildiği gibi ne “güçlü ve istikrarlı bir parlamento” oluştu ne “toplumsal ayrışma ve kutuplaşmaya son” verildi ne de başkanlık rejimi “bütün kurum ve kurallarıyla” yerleşti. 24 Haziran ve 31 Mart seçimleri bu protokollere göre oluşan seçim ittifakları ile yapılmasına karşın, her iki seçimde YSK kanalıyla seçim usulsüzlülükleri ve hileleri geçerli oldu. Rejimin devamı için “tam hukuksuzluğa” karşı normal hukuk kuralları işletilmeyerek anayasa ve yasalar ihlal edildi. Kitlelerin hak, hukuk ve adalet arayışları, rejimin ittifaklar çıkmazına teslim olan muhalefet tarafından engellendi. Rejimin ittifaklar açmazı yeni ittifak arayışlarına ve iktidarın siyasal meşruiyetinin sorgulanmasına yol açtı. Bu gelişmeler rejimin bir çıkmaza ve siyasal krize doğru sürüklendiği anlamına geliyor. Daha bir yılını doldurmadan başkanlık rejiminin geleceğinin sorgulanması, rejimin tahkimi veya eski sisteme dönüşü sağlayacak revizyondan söz edilmesi bir kaos durumunu gösteriyor. Siyasal bilimciler ve tecrübeli siyasetçiler, başkanlık rejiminin Türkiye’nin siyasal-toplumsal koşullarına ve tarihsel geleneklerine uygun olmadığını, demokratik bir çıkışın parlamenter sisteme dönüşle sağlanabileceğini vurgulaması boşuna değil. Parlamenter sistemler, gelişmiş ülkelerde geçerlidir. Demokratik ilerleme bağlamında başkanlık rejiminden parlamenter sisteme geçen ülkeler var. Böyle bir geçiş süreci Türkiye’de neden yaşanmasın ki?