Oldum olası ülkenin yöneticilerine uçakta ne içirdiklerini hep merak etmişimdir. Çünkü en kritik mesajlar devlet büyükleri havadayken veriliyor. Muhtemelen öncesi de vardır ama AKP döneminde savaş başlatan, barışa yol açan, iktidar deviren, sistem değiştiren kritik mesajların neredeyse tamamı istisnasız bir şekilde havada verildi. Örneğin Türkiye’nin 100 yıllık kadim Kürt sorununda barışa giden yol, yöneticiler Diyarbakır üzerindeyken havada açıldı. Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 10 Mart 2009 tarihinde “Kürt sorununda güzel şeyler olacak” dediğinde ve çözüm sürecine giden yolu tarif ettiğinde uçaktaydı ve Ankara’dan İran’a gidiyordu.
Havada söylenen havada kalıyor ama böyle olmasın diye iktidardakilerin, güç ve kudret sahibi insanların ve de devletlülerin uçaklarında gazeteci adı altında kadrolu ulaklar vazgeçilmez hale geldi. Hangi ulağın havadaki mesajı yerdeki biz kullara, en fazla güzellemeyle en hızlı şekilde taşıyacağı, o mesajı veren kişinin kimliği kadar önemli hale geldi. Ana akım medya dedikleri o biçimsiz çalışma alanındaki kıyamet bu yarışla başladı. Ayakları yerden kesilen havadaki ulaklar kadrosuna katılmak için takla atanlar, renkten renge, kılıktan kılığa girenler, o uçakta görünmek için öne atıldığını anlatmak için köşe işgal edenler Sarı Basın Kartı sahibi muteber devlet gazetecisi sayıldı.
“Havada söylenenlerin ciddiyeti yok, çok da dikkate almamak gerekir; zira söylenenlerin ayağı yere basmıyor” demek isterdik hepimiz ama heyhat bu demeçler hayatlarımızı alt üst etmeye devam ediyor. Muhtemelen bir türbülans esnasında söylenen son efsunlu sözleri Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ukrayna Türkiye arasında gidip gelirken sarfetti. Önce böbürlendi, parmak salladı, İdlib’i rejime dar etmekten bahsetti ve fakat Ukrayna’dan dönerken, Rusya’ya zeytin dalı uzattı. Aslında Rusya iyi ama çevresindekiler kötü demeye getirdi. Giderken “dürüst davranmayan Putin”, dönüş yolunda yeniden “dostum Putin” oldu. Gökyüzünde 360 derecelik manevra (kıvırma) imkanı, yönetenler için havada söz söylemenin konforu haline geldi. Bütün bu dönüşler ve güzellemeler sonucunda Putin’den bir telefon randevusu koparıldı ve ertesi günkü grup toplantısında Cumhurbaşkanı o uçak yolculuğunun etkisiyle bu kez Suriye yönetimine “Rejim ya Şubat ayı içinde çekilir ya da biz gereğini yaparız” tehdidinde bulundu. Mesajın bu kez yerde verilmiş olmasının kısmen rahatlatıcı tarafları da var elbette. Zira o sözler havada sarf edilmiş olsaydı maazallah hava kuvvetleri taarruza geçebilir ve “nasıl olsa Şubat ayının içindeyiz ve rejim de çekilmediğine göre gereğini yerine getirmek boynumuzun borcudur” diye yeni bir felaket yaşanabilirdi. Şimdilik hepimize tanınan 20 günlük sürenin Şubat sonuna kadar tadını çıkarabiliriz.
Henüz resmi anlamda savaş başlamamış olmasının keyfini biz süreduralım da daha önce dost ve kardeş ilan edilen Esad hiç rahat durmuyor. Daha yapılan uyarının mürekkebi kurumadan, rejim güçlerinin İdlib’in kritik önemdeki Seraqip ilçesine girdiği haberleri gelmeye başladı. Sanırım, Suriye rejimi Ankara’dan yapılan “kendi topraklarınızda çekilin” uyarısını “ilerleyin” şeklinde anladı. İşin trajedisi de zaten burada. AKP yönetimi, Efrin’e, Kuzey Doğu Suriye’ye, Cerablus’a, İdlib’e Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak için girdiğini savunuyor, Kürtleri de bu toprak bütünlüğüne karşı tehdit oluşturmakla suçluyordu. Toprak bütünlüğü Kürtlerden sonra o topraklarda yaşayan diğer kesimler için de giderek sorun olmaya başladı. AKP şimdi hiç utanmadan Suriyelilere “ülkenin bir kısmından çekilmesi” çağrısı yapıyor ve bunu da “çünkü orada ben varım” gerekçesine dayandırıyor. Osmanlı’da da böyleydi; gidilen her yerde, önce o yerin sahipleri gönderilirdi sürgüne, ölüme, bilinmeze doğru. Bugün yapılan da bundan farksız. “Biz geldik o halde siz gideceksiniz” dayatması geçmişten devralınan bulaşıcı bir hastalık gibi Koronavirüsten daha hızlı yayılıyor. Geçenlerden bir arkadaş Hollanda’dan aktardı; pek milliyetçi bir vatandaş arabasının üzerine “ya sev ya terk” yazısıyla dolaşıyormuş. E zihniyet ve hastalığın geldiği aşama böyle olunca kim Erdoğan’ı Suriye rejimine kendi topraklarından çekilme çağrısı yaptığı için ayıplayabilir ki?
Bu ayıplı sistemin ar damarı çatladığından beri, ülkenin üzerine çöken melanetlerin, felaketlerin, yüreğimizi donduran çığın, parçalanan uçakların, otobüslerle taşınan yaralıların, ardı ardına gelen ölüm haberlerinin hesabını sormak artık kimsenin aklından geçmiyor. Çünkü eleştiri ve muhalefet etmek suç sayıldı. O günden beri iktidar bunca yaşanandan hiçbirinin sorumlusu olarak görmüyor kendisini. Muhtemelen “muhalefet” de öyle görmüyor. Çığı doğal afet, uçak düşmesini kaza, İdlib’de yaşananların meşru müdafaa olarak görülmesi yürekleri ve beyinleri dondurduğu için maalesef ülkede yaprak kıpırdamıyor.