Reform sözcüğüyle ilk karşılaşmam ilkokul yıllarındadır. Tarih ders kitabımızdaki konulardan biri de ‘Reform ve Rönesans’ başlığını taşıyordu. Daha sonraki yıllarda bu yabancı sözcük en çok ‘toprak reformu’ haliyle gündemimize gelecekti. Reform sözcüğünün anlamının iyi yönde değişim olduğunu anlamış olsak da, yabancı kökenli bu tanımın çözümlemesi üzerine düşünmemiştik.
Oysa yabancı dillerdeki ‘re’ öneki yeniden anlamına geldiğine göre reform da yeniden biçimlendirmekten ibaretti. Zamanla formunu yitirmiş, başka bir deyişle deforme olan herhangi bir şeyi tekrar doğru forma getirmeyi tarif ediyordu reform kavramı.
Ne var ki yabancı kökenli sözcükleri Türkçede kullanırken bazen de onların gerçek anlamından saptırmak, kendi algımıza göre kullanmak gibi bir alışkanlığımız var. Nitekim Cumhurbaşkanı sıklıkla reform paketleri sunarken, nasıl bir deformasyondan dolayı buna gerek duyulduğundan asla söz etmiyor. Eğer bir ekonomik reformdan bahsediliyorsa öncelikle ekonominin deforme olduğunu, işlevini yitirdiğini, beklentileri karşılayamaz hale geldiğini teslim etmek gerekir. Aynı yaklaşımı ‘hukuk reformu’ dendiği zaman da görmeliyiz. Daha düne kadar dünya âleme örnek olarak sunulan AKP’nin hukuk sistemi ne oldu da reforma muhtaç hale geldi? Bir izahı, hatta reforma muhtaç deformasyonun bir sorumlusu olmalı.
İktidara gelmesinin üzerinden 19 yıl geçmiş bir siyasi hareket için bu denli sıklıkla reform yapma gerekliliği hayra alamet değil. Bu yüzden de bahsi geçen reform vaatleri kimseyi heyecanlandırmıyor. İnsanlar vaat edilenden çok, böyle bir açıklamayla nerelere, kimlere mesaj verilmek istendiğini sorguluyorlar.
Gerçekte ekonomisi, hukuku ve dış siyaseti duvara toslamış olan Türkiye’nin düze çıkmasını sağlayacak olan, iktidarın reform hareketleri değil, sistemi doğru bir eksene oturtacak olan devrimci değişimdir.
Sürekli olarak “Dünya beşten büyüktür” diyen siyasi aklın önceliği tüm ülkelerin eşit sese sahip olmaları değil, o beşin peşi sıra altıncı olarak dünya siyasetine yön verme isteğinden ibaret.
Nitekim Cuma namazı çıkışında Cumhurbaşkanının açıklaması, içselleştirdiği dünya tahayyülünün de ipuçlarını veriyordu.
“…Mısır halkıyla Türk milletinin ayrı olması söz konusu değil. Mısır halkını Yunanistan’ın yanına yerleştirmek söz konusu değil. Olması gereken yerde görmek isteriz. Suudi Arabistan’ın Yunanistan ile ortak tatbikata girmesi de bizi üzmüştür. Biz Suudi Arabistan’ı da böyle bir kararda görmek istemezdik. Bunu da görüşeceğiz, bu böyle olmamalıydı diye düşünüyoruz”.
Basitçe soralım, neden?
Bu sorunun Türkiye sağı (hatta birçok durumda ulusalcı solu) için cevabı son derece basittir, din kardeşliği. Ancak meseleler Mısır’dan, Irak’tan, Suriye’den veya Suudi Arabistan’dan pek öyle görülmüyor. Türkiye’nin resmi tarih anlatıcıları bu yanlış paradigmaya dayanarak Arap halklarının 1. Dünya Savaşındaki ihanetinden, Lawrence’in oyunlarından bahsederken onlar Osmanlı emperyalizmini (başka emperyalistlerin işbirliği ile de olsa) ülkelerinden kovmanın sevincini yaşıyorlardı.
Tarihsel geçmişler toplumların bu günkü yaklaşımlarını, bakış açılarını da şekillendirirler. Türkiye’den bakınca ‘ecdat yadigârı’ olarak tanımlanan Ortadoğu veya Balkan halklarının hafızasında Osmanlı işgali yıllarının hatıraları asla muhabbetle anılmıyor.
Değişen dünya halklarının beklentileri arasında Türkiye Cumhurbaşkanı da olan bir halifenin özlemi bulunmuyor. Tersine, Türkiye’nin bir türlü başaramadığı komşu ülkelerle barış ve işbirliği beklentisi, medeni dünya için refahın da anahtarı. Üstelik biz bunu görmek istemesek de, çevremiz bu ilkeyi benimsemiş komşularla çevrili.
Ülke kaynaklarını devasa silah alımlarına harcayan Türkiye’nin bu tercihi için öne sürdüğü ‘ülke güvenliği’ gerekçesini haklı çıkaracak hiçbir gelişme yaşanmıyor. Oysa çevre ülkeler için Türkiye’nin kendisi bir güvenlik sorununa dönüşmüş halde.
Reformun başlangıcını tam da buradan kurgulamazsak, güvenli bir gelecek beklentimiz de olamaz.