Kadın cinayetlerini önlemenin yolu olarak sert infaz düzenlemelerine işaret eden iktidarın; aynı anda kadın cinayetlerinin niçin politik olduğunu bitmeyen bir dirençle anlatan kadın hareketine bunca saldırması yalnızca yaman bir çelişki değil
Nurdan Kılıç*
Ekonomik, toplumsal ve siyasal krizlerin günden güne derinleştiği günlerden geçiyoruz. Şüphesiz çok katmanlı bu kriz daha çok, hatta yalnızca ezilenlerin, yoksulların, kadın ve LGBTİ+’ların yaşamına her boyutuyla etki ediyor. Form değiştiren yeni sömürü ve savaş biçimleri, kitlesel ve zorunlu göçler, egemenlerin kendi iktidarlarını tahkim etmek adına ayrımcı ve eşitsizliği besleyen politikalara sarılması, “yükselen sağ popülizm ve milliyetçilik” tartışmaları… Küresel ölçekte bunlar olagelirken, Türkiye’de de çok boyutlu bu toplumsal krizin sonuçlarını, yüzümüzü çevirdiğimiz her alanda görüyor ve yaşıyoruz. Artık bir halk sağlığı sorunu olan psikolojik hastalıkların yaygınlaşması, ırkçılığın kendisine hiç olmadığı kadar alan bulabilmesi, erkek üstünlükçü bakış ve pratiklerin bir onur nişanı gibi taşınmaya değer görülür olması (incel kültür) bu bahsettiğimiz krizin sonuçlarından bazıları.
Ekonomik ve toplumsal kriz zamanlarında erkek şiddetinin ve cinsiyetçiliğin yükseldiği ve buna bağlı olarak kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet ve taciz vakıalarının da artış gösterdiği verili bir olgu. [1]
4 Ekim 2024 tarihinde İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’in Semih Çelik adlı erkek tarafından öldürülmesinin ardından, kadın özgürlük hareketinin başat gündemi olan kadın cinayetleri, zorunlu olarak ana akım siyasetin gündemine girdi. Cinsiyet eşitliğinin reddi üzerine kurumsallaştığı adıyla müsemma olan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nca, “kadına yönelik şiddetle mücadelede sıfır toleransla yürütülen çalışmaların devam ettiği, 6284 Sayılı Kanunu’nun şimdiye kadar olduğu gibi, aynı kararlılıkla sahiplenildiği” şeklinde açıklamalarda bulunuldu. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, “kadına karşı suçlarda yeni düzenlemeler getirileceği ve infaz yasalarının sertleştirileceği” açıklaması yaptı. Hemen sonra ana akım tartışma programlarının her birinde, odağında caydırıcı yasalar yapmak ve müjde biçiminde duyurulan yargı paketlerinde yeni infaz düzenlemelerine yer vermek olan “canımız yanıyor, kadın ve çocuklarımızı korumak için caydırıcı yeni yasalara ihtiyaç var” minvalinde, bildik bir ezbere sırtını yaslayan konuşmalar yapıldığına tanık olduk.
İktidarını kadınların eşitlik mücadelesinin karşısında kuran AKP, kadının toplumsal konumunun fıtratı gereği olduğu ve aile kurumunun güçlendirilmesinin ihtiyaç olduğunu yalnızca söylemleri ile değil politikalarıyla da pekiştiriyor. Aynı iktidarın, müsebbibi olduğu kadın cinayetlerini önlemenin yolu olarak “yasa yapmayı” işaret etmesinin reddedilen eşitliğe yasa biçmekten başka bir anlamı yok. Bu nedenle sorununun muhatapları, mağdurları ve çözümün özneleri olarak, artan kadın cinayetlerinin yeni yasalarla önlenebileceği tartışmalarının niçin boş gösterenli olduğunu konuşmaya ihtiyacımız var.
En önce yasa nedir, kaynağını nereden alır sorularıyla başlayalım. Yasa yapmak ihtiyacına dair temel metinleri anımsayarak, Cicero’nun “kökü doğada bulunan ve yapılması gerekenleri buyurup aksini yasaklayan üst akıl”[2] dediği kadim yasa tanımından, yasanın kaynağına ilişkin bazı sorular anlaşılır kılınabilir. Şayet Cicero’nun işaret ettiği gibi yasanın kaynağı insanın doğası ise, yasalar insanın doğası gereği sahip olduğu hakların insana iadesini zorunlu kılmalıdır. Tam bu noktada anlamlı bir soru belirgin hale geliyor; insanlar/cinsler/canlılar arası eşitsizlikleri verili olarak kabul eden yasa yapmak kudretini elinde bulunduranların, toplumsal eşitsizlikleri gidermek iddiası taşımayan “caydırıcı yasalar yapmak” söylemi retorikten başka nedir?
Kadın cinayetlerini önlemenin yolu olarak sert infaz düzenlemelerine işaret eden iktidarın; aynı anda kadın cinayetlerinin niçin politik olduğunu bitmeyen bir dirençle anlatan kadın hareketine bunca saldırması yalnızca yaman bir çelişki değil.
Kadınları korumakta “yetersiz kalan” kolluk, öldürülen kadınlar için yürüyen kadınların önüne yığılan barikatların ardında yüzlercesiyle beliriyor. Uygulanmayan koruma kararları mevzu bahis olunca aynı maharet ve refleksi göstermeyen devletin polisi; kadın ve çocuklar için yürüyenlerin, varoluşları hedef alınan LGBTİ+ların, sendikal hak mücadelesi veren işçilerin, tecrit mekanları halini alan hapishanelerdeki hak ihlallerine karşı ses yükseltenlerin, anti demokratik kayyım uygulamasına karşı protesto hakkını kullanan yurttaşların karşısında, her biri tek tek devlet aygıtının cisimleşmiş hali olarak konuşlanıyor.
Yine cinsiyet eşitsizliğini yerinden etmeyi, toplumsal ve kültürel dönüşümü yerellerden örgütleyerek eşitlikçi bir istikamette yaşama geçirmeyi hedefleyen kadın belediyeciliğini, kadınların siyasette eşit temsilinin adı olan Eşbaşkanlık sistemini hedef alması da, erkek-devlet iktidarın harcının esas olarak bu çelişkiyle karıldığını görmek açısından anlamlı.
Peki aynı iktidarın, bunca eşitsizlik ekip eşitlikçi yasalar biçmesini beklemek mümkün mü?
Kadınları koruyan yasaların her birinin ardında kadın hareketinin yıllara yayılan mücadele birikimi olduğunu ve yasaların anlamlı birer enstrüman olduğunu biliyoruz. Nitekim Türkiye’de kadın hareketinin mücadelesiyle yürürlüğe konan yeterli denebilecek bir mevzuat var. Ancak İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesiyle beraber kadınların nafaka hakkı ve 6284 sayılı yasanın tartışmaya açıldığı, AYM kararlarına rağmen kadının soyadına dair mevcut düzenlemede ısrar edilen, emniyetten mahkeme salonlarına yasa uygulayıcılarının cinsiyetçi pratiklerinin devam ettiği mevcut hukuksal düzende, farkındalık körü biçimsel bir eşitlikten fazlasına ihtiyacımız var.
İyi hal indirimleriyle simgeleşen “takım elbiseleri” muntazam biçimde biçerek kadın cinayeti faillerine giydiren bu düzen yerinden edilmedikçe, biçim ve ölçüsü erkek egemen iktidarca belirlenen, kadınlar olarak bir türlü üzerimize giyemediğimiz yasaların tek başına cinayetleri önlemenin reçetesi olamayacağı kaya gibi sert bir gerçeklik.
Kadın cinayeti faillerinin haksız tahrik indirimi alabilmek için bildik erkek savunmalarına cüret veren de, yalnızca kadınları koruyan yasalar yapmakla cinayetlerin önlenebileceği çelişkisini görünmez kılmaya çalışan da cinsiyetler arası sömürü ve tahakküm ilişkileri üzerine kurulan bu cinsiyetçi ideolojinin ta kendisi.
Özcesi kadın cinayetlerinin sonuç olduğu, kadın-erkek, insan-doğa ilişkilerinde kördüğüm haline gelen bu sorunların[3] çözümü; toplumsalı demokratik, cinsiyet özgürlükçü, ekolojik bir bakışla dönüştürmenin yöntemlerini tartışmak ve kadın özgürlüğünün toplumun özgürlük düzeyinin belirleyeni olduğunu hatırda tutarak, yeniden inşanın imkanlarını yeşertmek için mücadele etmekten geçiyor.
*Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD) üyesi, avukat
[1] Yasemin Özgün, “Ekonomik Kriz ve Kadın Politikaları”, Tez Koop-İş Kadın Sayı 4, 2018
[2] Daha ayrıntılı bir okuma için bknz. Cicero, “Yasalar Üzerine” (De Legibus), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017
[3] Ezgi Sıla Demir, “Jineolojinin Yöntem Gelişimi ve Eşitlik Kavramına Bakışı”, Jin Dergi, 14.10.2022