Ölüm cezası ceza hukukunun ve toplumsal hayatın dönem dönem en çok tartışılan bir olgusudur. Bizimki gibi bir ülkede idam cezasını geri getirmeyi elinde tutan erk, siyasi nedenlerle toplumu ara ara dürter. Bu dürtmeler karşısında idamın gerçekleştiği anın neye benzediğini empati (eşduyum ya da hemhal olma) yoluyla anlamaya çalışsak ya da en hafif söylemle şiddetin müstehcenliğine ortak olsak…
Bir kere ölüm anında gelişmiyor. Ölmek için üç ila beş dakika geçmesi gerekiyor. Beden için olmazsa olmaz dolaşımın kesilmesi için boyuna en az 15 kiloluk bir bası gerekli. Erişkin bir insanın ortalama kilosunu 60 olarak kabul etsek, demek ki gerekli bası miktarı konusunu halletmiş oluyoruz. Urgan boyuna geçtikten ve ayakların yere basmasını sağlayan zemin kalktıktan sonraki bir, bir buçuk dakikada bilinç açık kalıyor. Yani, herşeyin farkındayız. Aynı anda beyinde solunum merkezi aniden uyarıldığı için solunum çabası artıyor, nefes darlığı gelişiyor, kalp hızı ve kan basıncı yükseliyor. O sırada kulak çınlaması, göz kararması, korku ve/veya efori gelişiyor. Bir buçuk dakika doldu.. Bilinç kapandı.
Buradan sonrasında nöbet geçirme başlıyor. Yani, duysal fonksiyonların bozulması, kasılmalar, titremeler… Kasların gevşemesine bağlı olarak idrar atımı ve/veya dışkılama ve/veya ejekülasyon (boşalma). Tükürük ve ter salgılama miktarlarında artış da yaşanıyor. Hala ölmedik…
Nöbet geçirmeler durdu. Ancak kalp atışı ve dolaşım ve solunum yavaş da olsa devam ediyor. Üç dakikanın mı sonuna geldik, yoksa beş mi…
Şimdi, solunum durdu. Kalp durdu.
Ortamda bulunan tıp doktoru ölüm saati tesbiti yapar.
Ölüm cezası, en ince detaylarına kadar tasarlanmış, cinayetten daha korkunç bir cinayet örneğidir. Hiçbir “cani”, kolektif bir biçimde planlayarak, inceden inceye düşünerek, kurbanına kurtuluş hakkı tanımayarak ve kurbanına önceden onu öldüreceğini haber vererek bir cinayet işleyemez.
Osmanlı İmparatorluğu’nda hangi suçlara ölüm cezası verileceği konusu iki kaynaktan beslenir. Birincisi Kur’an’dır ve Allah’a karşı işlenen suçlar için uygulanır, ikincisi ise padişahın kendi yetkisine dayanarak koyduğu kanunların uygulamasıdır. Osmanlı’da tahta geçen hiçbir padişah için otorite kısıtlayıcı bir düzenleme olmamış. Herhangi bir kimse için, “Katledilsin” diye buyurdu mu, iş bitiyor. Bu uygulamada çoğu zaman öldürme fiilinin cinayet mi, bir suçun cezasının infazı mı olduğunu ayırt etmek mümkün olmuyor. Suçun kanuniliği çoğu yerde kayboluyor, yasallık anlamında bile bir hakkaniyetten söz edilemiyor. Padişahın kanun koyma yetkisi vardır ve sınırsızdır. Padişah mutlak yetkisine dayanarak koyduğu kurallara uymayanlara ölüm cezası verirken sırf canı istediği için “suç işleme tehlikesi gördüğünü iddia ettiği kişileri” de bu cezaya çarptırmıştır. Bu cezayı uygulama yetkisi yani keyfe keder idam ettirme yetkisi padişahın yanı sıra sınırlandırılmış da olsa Sadrazam’a, Kaptan-ı Derya’ya, Kaymakam’a, sefer halindeki görevli vezirlere de verilmiştir.
Cumhuriyet döneminin İstiklal Mahkemelerinde “vatana olan bağlılık ateşiyle” sayısı 1000’i bulan “suçlu”yu asmış Manastırlı Ali (sonrasında kendisine Kara Ali dedirtir) 1926 yılında İzmir Suikastı sanığı 13 kişiyi tek gecede İzmir, Kemeraltı semtinde halkın göreceği yerlere kurulmuş idam sehpalarında asar ve devlet tarafından kendisine verileceği vaat edilen ücretini alamaz. Sonunda Gazi Mustafa Kemal’e utana-sıkıla bir mektup yazar da parasını ancak alır.
Bu topraklarda idam cezası uygulamalarının bolluğu hakkında hiçbir dönem bir başka dönemle yarışmaya girmemelidir. Bu konuda herkesin eli kirli. Bellek daima şimdiki zamanda durur. Bir görme biçimi, aynı zamanda bir görmeme biçimidir. Bir hatırlama biçimi de aynı zamanda bir unutma biçimidir. Olayları ayıklamadan, yorumları korumadan yani politik bir tarzla çerçevelemeyeceğimiz bir bellekte kalıba girmeyen yaşanmışlıklar, deneyimler bize bir göz daha ekler.
O göz, idama hayır der. Şimdi ve daima.