Medya TV programında Erdoğan rejiminden nasıl kurtuluruz sorusunu yanıtlayıp stüdyodan çıktıktan az sonra telefonum çaldı. Eski bir arkadaşım arıyordu. İyi bir arkadaştır. HDP’de de üye olduğunu duymuştum.
“Yoldaş çok radikal konuştun, yurt dışından böyle konuşmak kolay, burada işler başka türlü” dedi. “Radikal” sözcüğünün bizim çevredeki anlamını bildiğim için biraz şaşırdım. “Konuşmamın neresini radikal buldun?” diye sordum.
Anlattı. CHP, İyi Parti, Deva, Gelecek ve Saadet Partisi gibi partilerin, bütün olup bitenlerden, yapılan ifşaatdan ve kamuoyu yoklamalarında rejimin azınlığa düştüğünün anlaşılmasından sonra Cumhurbaşkanı ve kabinesine “istifa edin” çağrısı yapması gerektiğini savunmuştum. Ama bu partiler bir türlü “istifa” sözcüğünü ağızlarına almıyordu. O nedenle HDP’nin özellikle sosyalist bileşenlerinin her şeyden önce CHP tabanına “partinizi eleştirin, Erdoğan’ı istifaya zorlamak için TBMM’den çekilsin” diyerek seslenmesini önermiştim. Arkasından da eğer bu partilerin tabanları böyle bir baskı yapar ve bu partiler Meclis’ten çekilirse, o zaman yüzbinlerin alanları dolduracağını ve “Erdoğan, Soylu, Fidan, Akar istifa” diye haykıracağını, bu durumda rejimin ayakta kalamayacağını, AB ve ABD’nin bu duruma düşen rejime şimdiki desteği veremeyeceğini, birçok ülkede olduğu gibi, bu barışçı halk hareketinin dış desteğini kaybeden rejime son verebileceğini anlatmıştım.
Arkadaşıma tekrar, dilimin döndüğünce bu masum taktik önerimi anlatmaya çalıştım.
Dedim ki, “sevgili kardeşim, sen hiç futbol maçına gitmedin mi? Tribünlerin ‘yönetim istifa’ diye yeri göğü inlettiğine hiç şahit olmadın mı? Her zaman olmasa da bu tribün ayaklanmasının nice futbol takımı yönetiminin sonunu getirdiğini duymadın mı?” diye sordum.
Sonra devam ettim: “Ayrıca dedim, Meclis’e girmek nasıl bir siyasi partinin anayasal hakkıysa, Meclis’ten çekilmek de aynı şekilde o siyasi partinin anayasal hakkıdır. Madem futboldan bahis açıldı, devam edeyim, sen hiç hakem haksızlıkları yüzünden bazı takımların ‘ligden çekiliriz’ dediğine şahit olmadın mı, şimdi aklımda yok ama futbol tarihi ligden çekilen takımları yazmaktadır.”
“Biz futbol oynamıyoruz, siyaset yapıyoruz” diye bağırdı.
“Hay aklınla bin yaşa dedim, ben de sana siyaset yap diyorum…”
Anlatmaya devam ettim:
“Sen eski bir Marksistsin, siyasi mücadele ile sendikaların ve sivil toplum örgütlerinin mücadelesi arasındaki farkı benden daha iyi bilirsin. Sendikalar ücret artışı ister, sigorta hakkı ister, işgününün kısaltılması yoluyla işsizliğe çare bulunmasını ister, kadın örgütleri “jin, jiyan azadi” der, tecavüzlere, kadın kırımlarına karşı İstanbul Sözleşmesi’ni talep eder, çevre örgütleri orman katliamına, kapitalist üretimin çevre düşmanlığına karşı nükleer santralların, HES’lerin tasfiyesini ister, çiftçiler fındık taban fiyatının yükseltilmesi için sesini yükseltir. Öğrenciler YÖK kapansın diye haykırır. Örnekleri sen çoğalt. Bugün de bu saydıklarım sokaklarda, alanlardadır, Hepsi taleplerini Erdoğan rejimine karşı yükseltmekte.”
Arkadaşım sinirlenmişti. “Biz de bu talepleri yükseltiyoruz, sen bizi oturuyor mu sanıyorsun, bu taleplerin sahipleri neredeyse biz de oradayız.”
Ben de sinirlenmeye başlamıştım. “Sen ‘dayanışma örgütü’ müsün, diye terslendim, senin işin bu taleplere sadece sahip çıkmak değil. Hatırla biraz. Sen bir siyasi parti gibi düşün. Senin görevin bu birbirinden farklı talepleri tek bir politik hedefe kanalize etmek değil mi? Marks, Engels, Lenin okumuş bir devrimcisin.”
Condillac’ın heykeli gibiydi. Duyu organlarını kapatan plakalar yerinden oynadı, okuduklarını ve deneyimini hatırlamaya başladı.
“Tek bir politik kanala akıtıyoruz, dedi, kamuoyu yoklamaları bizim kilit parti olduğumuzu gösteriyor, bu kilidi kullanarak en geniş demokratik güçleri birleştirerek, ilk seçimde Erdoğan rejimine son vereceğiz.”
“Seçim ne zaman olacak?” diye hınzırca bir soru sordum.
“En geç iki yıl sonra” dedi ve ekledi: “İki yıl dediğin nedir, bir sağına yatarsın, sonra soluna, bir de bakmışın iki yıl dolmuş, seçim kapıya dayanmış, atarsın oyu, selamete çıkarsın.”
Arkadaşıma kıyamadım. Bu iki yıl içinde Erdoğan’ın ona pabucu ters giydireceğini, şu yeni soğuk savaş sürecinde, o sağından soluna dönene kadar Türkiye’yi Afganistanlarda pazarlayarak NATO’nun, AB’nin, en çok da Almanya’nın desteğini alacağını, izole ve zavallı bir faşizmle baş edememişken, küresel desteğe sahip bir faşizmle karşı karşıya kalacağını, bu arada bu garip parlamentarist oyunu oynarken, Kürt halkının iki yıl boyunca amansız bir savaşın içinde tüm kazanımlarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını filan anlatmadım.
“Sen yine de dedim, yukarıda sözünü ettiğim mağdurların birbirinden farklı taleplerini ‘Muhalefet Meclis’ten çekil, Erdoğan istifa, geçici hükümet, erken secim’ hedefine kanalize etmeyi dene. İki yılı böyle geçir, ya Erdoğan rejimi yıkılır ya da sen iki yıl sonra Erdoğan rejimini bu kampanyanın kitlesel gücüyle seçimde yıkarsın.”
Bu son sözlerimi beğendi. Önerimin “radikal” olmadığını sonunda kabul etti, ama “söylemimin” radikal olduğunu dile getirdi, bu onu rahatsız ediyormuş, telefonu kapattı.
Ben de bu yazıda arkadaşımı üzmemek için “radikal söylemden” vazgeçtim.