Quo vadis ya da nereye? Özellikle zor zamanlarda, gidişattan endişe edildiği durumlarda sorulan ve yalnızca bu haliyle sorulması bile derin bir endişenin varlığını çağrıştıran bir soru.
Nereye gidiyoruz, batağa mı, uçuruma mı yoksa iktidarın iddia ettiği gibi feraha, kurtuluşa, refaha mı? Her seçim öncesi uçacağı söylenen “Türkiye refaha uçacak” vaatleriyle sarhoş olan halkımız, bir türlü refahın rüyası dışında kendisini görmedi. Üstüne corona gibi bir salgın, sel, yangın ve deprem gibi doğal afetler de gelince ipin ucu iyice kaçtı. Mesele yalnız bu olağanüstü durumlar olsa yine iyi, bir de bu sıralar “devletin kesesinden bir kuruş çıkmadan (!)” yapılan yatırımların yükü binince devletin de vatandaşın da beli iyice bükülüyor. Geçmediğimiz köprünün, uçmadığımız havaalanının, uğramadığımız, yerini bile bilmediğimiz bir şehir hastanesinin taahhüt edilen “müşteri” sayısını tutturamadığı için eksilen kârını da karşılamak zorunda kalıyoruz toplumca. Bir yandan vatandaşa maske veremezken bir yandan dünyaya yardım etmek, içte ve dışta savaş politikalarını sürdürmek tüm bu olumsuzluklara tüy dekmekte.
İktidara destek azaldıkça baskı artıyor, baskı arttıkça desteğin azalması yeni baskılara yol açıyor. Bu da bir zamanlar övünme vesilesi yaptığımız yabancı sermayenin kaçışına yol açıyor. Tabii kendini güvende hissetmeyen yerli sermaye de fırsatını bulup kaçmanın yollarını arıyor ve buluyor.
Bütün bunların temelinde yatan ise demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanındaki eksiğimiz. Hukuka, hatta evrensel hukuk ilkelerine aykırı da olsa var olan kanuna uyulmadı mı, hiç kimse kendini güvende hissetmez. Güven olmazsa da toplumsal çalkantıların önüne geçilemez.
Güveni sağlamanın ve hukuku üstün kılmanın yolu ise yargının bağımsızlığından geçer.
İktidar kanadı, bugüne kadarki uygulamalarıyla, yasamayla birlikte yargıyı da iyice etkisizleşterdi. Ne var ki yargının üç ayağından biri olan savunma çoğu zaman iktidarın tekerine taş koyuyor. Ülkenin 80 barosu, yargıya yapılan baskılar karşısında seslerini yükseltmekte, yapılan hukuksuzluklara karşı çıkmakta, davalar açıp yapılan hukuk dışı işlemlere engel olmaktadır. İşte bu nedenlerden ötürü başta barolar olmak üzere diğer meslek örgütlerini de hale yola sokmaya, kendine bağımlı hale getirmeye yönelik çalışmaları sürdürmektedir.
İşe Avukatlık Kanunu ile başladılar. Adalet Bakanı’nın bile haberinin olmadığı bir tasarıyı alelacele Meclis’e sunup tüm itirazlara rağmen komisyondan da geçirdiler.
1969 yılında kabul edilen Avukatlık Yasası’nda 70’li yılların sonunda yapılmak istenen değişiklikler için dönemin TBMM Anayasa ve Adalet Komisyonu, tasarıyı tüm barolara göndermiş, görüş istemişti. Genç bir avukat olarak o dönem ben de o komisyonda çalışmış, komisyon sekreterliği ve başkan yardımcılığı yapmıştım. Sanırım TBMM Komisyonu Başkanı Adalet Partisi Milletvekili sayın İsmail Hakkı Köylüoğlu idi. Biz tüm kanunu gözden geçirerek uzun bir rapor ve kanun metni hazırlayarak gönderdik. 12 Eylül faşizmi bunların görüşülmesine imkân bırakmadı.
İşte iktidarın şimdi getirdiği taslağı hiç kimseye sormadan Meclis’e sevketme niyetini öğrenen 80 baro, buna karşı direnişe başladılar. Tüm illerden yürüyen 60 kadar baro başkanı, Ankara’ya sokulmadı, 27 saat yol ortasında aç, susuz bırakıldı, ihtiyaçlarını gidermesine izin verilmedi, gelen battaniye ve sandalyelere engel olundu. Baro başkanları, polisin tartaklamaya kadar varan eylemlerine rağmen direnişlerine devam edeceklerini söylediler. Daha sonra Meclis önünde biber gazına kadar varan hukuk ihlalleri sürerken Cumhurbaşkanlığı sarayından gelen taslak, hiçbir değişiklik yapılmadan komisyondan aynen geçti. Tabii barolar, mücadeleye sonuna kadar devam etmekte kararlılıklarını vurguladılar.
Taslakta neler var?
İktidar, meslek kuruluşlarını bir türlü ele geçiremeyince onları bölüp parçalama yolunu seçti. Türkiye Barolar Birliği ve baroları ele geçirmek için seçim ve temsil yöntemini değiştirmeyi amaçladı. Türkiye Barolar Birliği, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’na göre tüm barolardan gelen delegelerden oluşan bir genel kurul ve o kurulun seçtiği diğer organlardan oluşur. Tabii İstanbul, Ankara ve İzmir barolarının avukat sayıları tüm Türkiye’nin avukat sayısının büyük bölümünü oluşturmakta, birlik organlarının oluşmasında da etkili olmaktalar. Bu üç baroda da iktidar kanadı hiç etkili olamamadığından bölünme bunların etkisini azaltmayı ve birliği ele geçirmeyi amaçlamaktadır. Getirilen sistemle her baronun en az üç delegesi olmakta, büyük barolarda ise sayı artmasına paralel olarak eklenecek delege sayısı çok sınırlı tutulmakta. Ayrıca üye sayısı beş bini geçen barolarda en az iki bin avukatın bir araya gelmesiyle bir baro kurma olanağı getirilmekte. Yani seçiminde etkin olamadıkları baro karşısında kendilerine bağlı bir baro oluşturma arzusu.
Örneğin her siyasi parti kendi düşüncesine uygun baro için kolları sıvayacak, belki Alevilerin, Kürtlerin, Selefilerin, ırkçıların, aklınıza ne gelirse her grubun bir barosu olabilecektir.
İktidara yakın baroya kayıtlı avukatların iktidar güdümündeki yargı ve devlet dairelerinde karşılaşacakları muameleden gönderilecek adli yardım desteklerine kadar her alanda olumsuzluklarla, yeni ihtilaflarla karşılaşacağız.
Anayasa’ya ve hukukun temel ilkelerine aykırı olan bu değişikliğin Anayasa Mahkemesi’nce iptal edileceğine inanmakla birlikte o zamana kadar yapacağı tahribatın hesabını kim verecek?