Bir coğrafyanın, o coğrafyada yaşayan insanın, o insanın eline konan güvercinin, o güvercine dal olan ağacın, o ağaca bekçi olan köpeğin trajediye dönen hikâyesini içinde, “kader, coğrafya, acı, tarih vs” kavramlarını geçirmeden anlatmak mümkün müdür? En azından bunların bir kısmından azad olunabilir mi? Bir yanda klişenin mide bulandıran teslimiyeti, diğer yanda yaşananlar refakat ederken sana, yolunu çevirip ansızın bir patikaya sapabilir misin? O patika seni, gerçeğin vuku bulduğu o diyardan ne kadar uzağa götürür?
Evet, her şey anlatıldığı gibi oldu… Ve üstelik olmaya devam ediyor… Doğrudur, hafıza yerin yedi kat altındaki kuyudan bağırıyor. Peki o ses bize tam olarak ne anlatıyor?
Ağıt yakmaya nerede ara vermeliyiz? Yas tutmanın zamansal ve biyolojik, yani beşeri süresi ne kadardır? Dizlerdeki son derman, yitirileni aramak için katilin bile artık uğramadığı cinayet mahalline yapılan umutsuz ziyaretlere mi harcanmalı? Son kelamın yolu bir hayıflanmaya mı çıkmalı?
Kalp ile beyin, geçmiş ile gelecek arasında insanı dört bir yana çekiştirerek parçalara ayıran atlar misali, gerçek anlamda bölücü bir zaman bu. Ne tarafa yürüsen diğer parçan başka yerde… O halde parçaları birleştirmeye mi harcamalı zamanı?
Yoksa her parçada bütüne dair saklı olanı mı bulmalı? Daha yakından mı bakmalı “oralara?” Büyük hikâyede rolü olan insanın, mekânın, dağın, kedinin, köpeğin ve de ağacın emeğini, fedakârlığını, sevincini, başardıklarını, bize kattıklarını falan mı hatırlamalı? Yürüdüğümüz yoldaki izler ve yüzlerle dokunacak mesafeye mi gelinmeli? Hikâyelerini zamanın solduran ellerinden alıp bağrımıza basarak, gerçek bütünlüğe buradan mı ilerlemeli?
Çünkü buna ihtiyacımız var. Çünkü böyle hikâyelerimiz var.
Qero’nun bilinen 3 yıllık hikâyesi de aynen bu türden.
Van’ın Gevaş ilçesinin sırtını Kerekas, Kudesor ve Kehlabaye dağlarına yaslamış bir köyünde bulup, geçmişi bey soyundan gelen ve o günlerde halen köyün en ileri geleni sayılan ailenin evine götürdüler onu. Yıl 1994’tü. O günlerde, gelecekteki haline dair herhangi bir işaret taşımayan, cılız, siyah-beyaz benekli bir yavru köpekti. İsmi Qero oldu. Qero’yu evine götüren Ubeyt de o zamanlar çocuktu. Qero ve Ubeyt, Gevaş’a kuşbakışı bir cennet köşesi olan köyde birlikte büyüdü.
Qero her sabah yemek kabını alıp süt sağılan ahırın kapısına götürür, Ubeyt’in annesi tarafından verilen sütü içtikten sonra kabı yine evin önüne taşırdı.
Bütün kedilere düşmandı, bir tek Ubeyt’in kedisine dokunmazdı. Devasa bir çoban köpeği olmuştu. Ancak aslında halen bebekti. Bir gün eve gelen köydeki bir kız çocuğu ile oyun oynamak istedi, çocuğu Qero’nun altında boğulmaktan zor kurtardılar. Oyunda şakaya gelir yanı yoktu. Ama çok hassastı. Bir gün Ubeyt’in radyosunun üzerine işedi, radyo bozuldu. Yediği fırçayla bir hafta küstü. Ancak Ubeyt köyden uzaklaştığında onu gizlice takip etti, korudu. Sudan nefret eden çoban köpeklerinin aksine yüzmeyi severdi. Fiziki olarak da, algı ve davranışları itibariyle de Ubeyt’ten erken büyüdü. Artık tehlikenin de farkındaydı, evde kimin rolünün ne olduğunun da.
Anneye “besleyen”, babaya “otorite”, çocuğa “yaşıt”, dışarıdan gelen ve bilinmeyene “tehlike” algısı gelişti zamanla. Yavruyken de, büyüdüğünde de Ubeyt’in babasına hep mesafeliydi. Onunla oyun oynamaya hiç yeltenmezdi. Kendisine taş atanları hayatta unutmazdı. Yabancıları eve yaklaştırmazdı. Bir ara sordu askerler, “neden askere bu kadar havlıyor” diye.
Başka evde asla yemek yemez, verilen yemeği almazdı. Köyün en asi hayvanıydı. Köyün ortasında yürüdüğünde herkes onu tanırdı. Köyde ona meydan okuyan köpek yoktu zaten. Bir köpeğin korkup korkmadığı kuyruğunun ne kadar dik olduğundan anlaşılıyordu. Qero’nun kuyruğu hep yuvarlak şekilde sırtının üzerindeydi.
1997 yılıydı, “köye baskın olacak, evlerinizi terk edin” dediler. O gece evdekiler kamyonete sığacak kadar eşyayı alıp köyden ayrıldı. Anılar, ev, bahçe, erik, kaysı, ceviz ağaçları, Ubeyt’in güvercinleri, arılar kaldı geride. Dikiz aynasında son gördükleri, Qero’nun durumu anlar gibi bakan yüzüydü. “Her şey bana emanet” der gibiydi. “Geri döneriz nasıl olsa” diyerek gitmişti gidenler.
Onlar gittikten sonraki gün ev yakıldı. Qero, koruduğu evin ateşine tanıklık eden tek canlıydı. Ancak Ubeyt’e göre, “ev yakılırken kesinlikle orada değildi Qero. Eğer orada olsa dünyayı yıkardı, engel olmaya çalışırdı. Kendini öldürtürdü.” Köydekilerin anlatımına göre haftalarca ortalarda görünmedi. Sonra komşu evlere gitmeye başladı. Acıkmıştı…
Yaklaşık 6 ay sonra aileden köye ilk giden kişi Ubeyt’in babası oldu. Qero, geçmişte uzak durduğu adamın üzerine attı kendini. Adam, yakılmış evin yıkık duvarları önünde oturup ağlarken, anlattığına göre köpek de tam 2 saat onunla birlikte ağladı.
Şehre göç etmek zorunda kalan aile bir süre daha Qero’dan haber almaya devam etti. Anlatılanlara göre, yıkılmış ve boş da olsa evi hiç terk etmedi. Sadece acıktığında köydeki evlerin kapısına gitmek zorunda kaldı. Bir gün, uzak bir köyden gelen bir adam Qero’yu kamyonetin arkasına bindirip götürdü…
Ubeyt büyüdü. 20 yıl sonra köye döndü. Qero’nun hiç terk etmediği yıkık evin 10 metre ilerisine bir ev yaptı. Bahçedeki kayısı ağaçları yeniden çiçek açtı, yazın dalları meyveden kırılacak hale geldi. Arı petekleri yeniden yerleştirildi yamaca. Ubeyt şimdi Qero’yu anlatırken, “Ben çocuk kaldım o olgunlaştı. Qero bu coğrafyanın hiyerarşisini çok iyi çözmüştü” diyor.
Ee, nedir yani bu hayvana bu kadar güzelleme yaptıran? Bir köpekle bir çocuğun hepi topu 3 yılını üstelik sıradan bir zaman dilimini bu kadar büyütecek ne var? Gerçekten büyütecek bir şey yok. Büyütmemeli zaten. Büyüklük kaybetmeler, pes etmeler, terk etmeler, ihanetler, pişmanlıkların olsun. Orada yazılsın şatafatlı tragedyalar. Biz klişeler ve anılarımız arasında nefes almaya çalışırken, sadeliğin patikasından gidelim. Çünkü aradığımız bütünlüğümüz asfalt yollar değil, sert yamaçları dolanan patikalarda bekler bizi…