“Putin, Al Capone gibidir” (Garry Kasparov)
Reis’in top atışlı, cafcaflı cülus merasimi münasebetiyle yeni rejimin ABD sisteminden esinlendiği üzerinde hemen herkes hemfikir olmuş bulunuyor; ama bir farkla: Amerikan yönetiminin tabi olduğu siyasal ve hukuksal kontrol ve denge mekanizmaları, “yerli ve milli” sistemde mevcut değil. Bu yönüyle de daha çok 36 yıl süren Franko İspanyası’nı ya da 38 yıllık Robert Mugabe’nin Zimbabwe’sini andırdığı söylenebilir… her iktidar budalasının ağzını sulandıracak örnekler.
Ama yerli ve milli reis rejiminin ilham kaynağı olarak yakın dönemde ortaya çıkan eğilimlere bakmak daha doğru olacak. Bürokratik komünizmden kapitalizme geçiş sürecine özgü “neoliberal otokrasi” (isim babası, Rusyalı sosyalist Boris Kagarlitsky’dir) modelini mercek altına almak, bu açıdan aydınlatıcı olabilir. Rusya’da Vladimir Putin’in iktidarı altında 2000 yılından beri biçimlenmekte olan bu model, günümüz Macaristanında Victor Orban tarafından da yürürlüğe konmuş bulunuyor.
Her iki örnekte de çıkış noktasının bekaa söylemine dayanması ilginç. “Putin olmasaydı Rusya olmazdı” deyişi dost/düşman hemen herkes tarafından kanıksanmış bulunuyor. Sovyet sisteminin tabutuna son çiviyi çakan Boris Yeltsin zamanında palazlanan oligarkların elinde vahşi kapitalizmin yıkıcı etkilerine maruz kalan Rus toplumu, 90’lı yılları toprak ve egemenlik alanı sürekli daralan bir devlet çatısı altında tam bir çöküş korkusu içinde yaşadı. Putin ise, Rusya’yı ayakları üzerinde doğrultarak yeniden bir küresel güç haline getiren adeta bir İkinci Büyük Petro ya da İkinci Stalin olarak içte ve dışta takdir kazandı. Orban’ın bekaa meselesi ise, Avrupa dışından göçmen akını korkusuna dayanıyor. Avrupa Birliği normlarına karşı liberal olmayan bir kapitalist sistemin Macaristan’ı kurtaracağı iddiasıyla iktidarını örüyor Orban. Türkiye’de de pek ikna edici olmamakla birlikte (dünya lideri Reis’e faiz lobisi komplosu vb.) bir bekaa argümanının kurulmakta olan rejimi meşrulaştırma girişimi olarak sürekli ateşlendiği herkesin malumu.
Putinizm, iktidarının ilk adımlarını yargı mekanizmasını avucunun içine alarak attı. Türkiye’de de reis rejiminin yargı mekanizmasını ele geçirmeye verdiği önemi, yıllar içinde gözlemledik, gözlemliyoruz. İkinci adım, seçimle parlamentoya gelmiş temsilcilerin iktidar alanını sınırlamak. Rusya için zaten son derece sınırlı bir alan söz konusu çünkü Duma, çarlık zamanında olduğu gibi post-sovyet dönemde de, yürütmenin denetçisi değil “noteri” olma ötesinde bir işleve hiç sahip olmamıştı. Yine de Putin, 18 yıllık iktidarı boyunca parlamentonun sınırlarını daha da daralttı; Erdoğan ise parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişle aynı pratiği tekrarlamış oldu. Böylelikle, liberal sistemlere içkin kontrol ve denge mekanizmaları ortadan kaldırıldı.
Üçüncü adım, medyanın bir bütün olarak iktidar tarafından kontrolüdür. Tass ve Pravda gelenekleri üzerine oturan Putin, ülke nüfusunun yüzde 70’i tarafından izlenen NTV’nin yandaş bir oligark tarafından satın alınmasını zorlamak suretiyle iktidarının daha üçüncü ayında bu işi halletti. Erdoğan için ise medya üzerinde tam egemenliği sağlamak 16 yıl sürdü diyebiliriz ama sonuçta oldu. Alışıldık baskı ve sansür yöntemlerinin ötesinde medya kuruluşlarının doğrudan sahip değiştirmesi söz konusu. Medya egemenliği, hem eleştirel kanalları tıkamak hem de yaşananların iktidar diliyle aktarılmasını sağlamak açılarından hayati bir önem taşıyor. Bu durumda siyasal muhalefeti baskı altına alarak imha etmek de kolaylaşıyor. Her türlü muhalefeti vatan haini ilan etmek, hem Putinizm hem de Erdoğanizm için artık zor olmayan pratikler.
Putinizmin ekonomik boyutu (dördüncü adım), Rusya’nın özgün koşullarından kaynaklı görülebilir. Oysa soru evrenseldir: Dünya kapitalist sistemine entegrasyona endeksli post-bürokratik bir ülkenin ekonomi yönetimi nasıl olmalıdır? Putin bu soruyu büyük ölçüde yanıtlamış bulunuyor: Kendi kontrolünde kapitalizm. Projelerin, yatırımların ve her türlü makroekonomik faaliyetin, siyasal iktidarın başındaki şahsın denetimi ve hatta katılımı olmaksızın mümkün olmadığı bir ekonomik sistem. Türkiye’de bu iş, MÜSİAD’da örgütlenmiş küçük ve orta büyüklükte sermaye çevrelerini ıslah etmekten ibaret değil. Asıl hedef, TÜSİAD’da örgütlü ekonomik elite sirayet ederek ekonomi ile siyaseti kopmaz bir iplikle birbirine dikişlemek. Erdoğan, bu bağlamda belli ki Putin’in Rus oligarklarını biat ettirme pratiğinden ilham alıyor. Uygulanan yöntemler, Karl Marx’tan aşina olduğumuz devlet kuramının hilafına, sermayenin devlete egemen olduğu değil, siyasal iktidarın sermayeye hükmettiği adeta bir “Asyatik kapitalizm” tarzı biçimleniyor.
Reis rejiminin analizi bitmek bilmiyor; devam edecek…