Geçen hafta nihayet patladı 3. Havalimanı. Patladı ve Türkiye’ye ciddi iki tecrübe yaşattı. Birincisi, uzun süredir ilk kez bu kadar çok sayıda işçi, parçalı işletmelerde değil tek bir mekanda ayağa kalktı ve basit bir talep listesiyle ortalığı sarstı. İkincisi, en küçük bir kıpırdanmada bile potansiyel bir tehlike gören düzenin, 500’den fazla işçiyi bir gecede gözaltına alıp kampı kışlaya döndürmesinin nasıl bir korkuya delalet ettiğini hep birlikte gördük. Tık çıkmasın isteyen ve tık çıkmamasına alışmış düzen, dört bir yandan saldırıp bir an önce, ‘kötü örnek’ oluşmadan, işi bitirmek istiyor. O eski tapeleri hatırlıyor musunuz? Orada şu boyunsuz içişleri bakanı, Gezi direnişinin ilk günlerinde sırasında bir inşaat şirketi sahibine dert yanarken, parkı kastederek “yahu ben hallederim bu işi ama adam Ankara’daki Tekel direnişi gibi bir durumdan korkuyor” diyordu.
Hayat böyle… Biri olurken diğeri hatırlanıyor; ezilenlerin tarihi de egemenlerin tarihi de bir zincir gibi. Kabuslar art arda diziliyor ve kapılar tekmeyle kırılıyor sabaha karşı. Bugün olandan çok yarın olabileceklerden korkuyorlar.
***
İnşaat alanı zor alan…
Rus Devrimi’nin meşhur Putilov fabrikası vardı. 1905’te de 1917’de de onlar 30-40 bin işçiyle sahaya iner ve nihai sonucu belirlerdi. Zaman içerisinde işler değişti ama. Herkes bir şeyler öğrendi. 1980’lerden sonra kapitalizmin büyük kitlesel üretimi parçalayarak atölyelere, taşeronlara doğru yayması, çalışma biçimlerini esnetmesi, şüphesiz yüksek kâr gibi iktisadi bir nedene dayanıyordu ama politik bir sonuç da yarattı. İşçi sınıfının sayısal varlığı yeni işçi katmanlarıyla olağanüstü artarken, ‘toplu hareket eden’ o muazzam işçi bütünlükleri de parçalandı. Dahası, büyük kitleler halindeyken kendini bir bütünün parçası olarak hisseden işçinin, parçalanmış süreçlerde sınıf duygusu, kader birliği ve dayanışma refleksleri gibi özellikleri de zayıfladı. Büyük fabrikalar ve işçi havzaları yine var tabii ama asıl kalabalık, binlerce alt işletme ve merdiven altlarındaki gelip geçici ve son derece vahşi bir alanda bulunuyor; bu da büyük örgütlenme güçlükleri yaratıyor.
Başlığa bakarak öyle bir iddiam olduğunu zannetmeyin; inşaat alanı bir tür Putilov filan değil, hatta onun tam tersi bir işleyişi var. Katmer katmer taşeronlarıyla, türlü türlü alt kimlikleriyle aslında paramparça, sabit olmayan bir alan. Ama öte yandan, özellikle büyük projelerde 20-30 bin kişiyi geçici de olsa bir araya getiren bir yanı var. Kamp düzeniyse hem avantaj, hem de dezavantaj. Akşam evine giden bir topluluk değil, tecrit edilmiş alanlarda yaşayan binlerce insandan söz ediyoruz. Öyle klasik sendikacılık, toplu görüşme, grev ilanı asma filan yok; işler vahşet-öfke düzeyinde yürüyor; patlıyor, birikiyor, yine patlıyor. Dolayısıyla örgütlenme de eziyetli bir iş, alanın kapalı devre yapısından da kaynaklanan zahmetleri var. Yani ‘gidip şunları örgütleyeyim’ derseniz, maceranız kampın nizamiyesinde sona erer.
Peki, nizamiyeden ötesine sizi taşıyacak olan nedir?
Biraz aşırı bulunabilir ama bu yollardan en azından biri, siyaset gibi görünüyor. O kapıdan içeriye girip asgari temeller yaratabilmek, siyasetin karmaşık insan ilişkileri üzerinden mümkün ya da daha fazla mümkün. Bu toprakların realitesinden, yüzde seksene yakını Kürt olan bir alandan söz ediyoruz. Evet, HDP’li vekillerin şantiye kapılarında dayanışma göstermesi önemlidir ama daha önemli olan, HDP-HDK’nin yaygın kitle ilişkilerinin bu alandaki örgütlenmelere yönlendirilmesidir. Ancak bu, açık söylemek gerekirse, ‘seçim endeksli’ düşünme biçiminde köklü değişiklik gerektiren bir şeydir. Yani siz, Bağcılar ya da Eruh’taki A ya da B kişisini, sadece ‘seçmen’ olarak değil, X şantiyesinde akrabaları olan biri olarak da düşündüğünüzde, işler başka türlü gelişir. Siz, ilçe örgütlerinizdeki insanları, onların çevrelerini sendikaların önünü açmaya yönlendirir, her imkanı bunun için seferber ederseniz, tablo farklılaşır; bu, işçileri desteklemek için yapılacak bin tane basın açıklamasından daha hayırlı bir iştir.
***
Şaka değil, 2 milyondan fazla insandan ve en çok iş cinayetinin, en az örgütlenmenin olduğu bir alandan söz ediyoruz! Bu muazzam enerjiyi hayal edebilir miyiz biraz? Sandığa hapsedilebilir bir şey midir bu? Dahası, şantiyelerdeki insanlarımız, sırf kendini yalnız ve güçsüz hissettiği için üç kuruşluk adamların önünde susarsa, iş arkadaşlarının cenazeleri kaldırılırken acıyla yutkunursa, bu sadece alanda fedakârca çalışan bir avuç sendikacının değil, onların önünü açmayanların da ayıbı olmaz mı?