Geçtiğimiz günlerde haberi yapılan ve kısa bir süre sonra basın yasağı getirilen Prof. Zoroğlu olayı, doğal olarak kaygı ve tartışma yarattı. Haberin dilinden, olayla birlikte ortaya çıkabilecek ruh sağlığı uzmanlarına yönelik güvensizliğe, faillerin cezasız kalabilme olasılığına, çocukların maruz kaldıkları şiddetin görünmez, duyulmaz olma riskine, ruh sağlığı meslek yasası ihtiyacına kadar gibi pek çok önemli konu konuşuldu, tartışıldı. Evet bu tartışmalar olukça önemliydi ancak tartışmaların çok azının doğrudan çocukları odağa aldığını söylemek sanırım yanlış olmaz.
İlgili meslek odaları ve uzmanlık derneklerinin yanı sıra Diyarbakır Barosu Çocuk Hakları Merkezi de haberin hemen ardından hızlıca yaptığı açıklamada, çocuğun taraf olduğu haberlerde, içeriklerde daha hassas davranılması ve iddiaların etkin bir şekilde soruşturulması gerektiğini dile getirdi. Berrin Sönmez ise Gazete Duvar’daki “Cinsel şiddeti istismar etme fırsatçılığı üzerine” başlıklı yazısında çocuğa yönelik cinsel şiddet konusunda uzun yıllardır çalışan Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’nin iki önemli sorusuna yer verdi:
“Çocuklar ve aileleri olay sonrası destek sistemlerine ulaşabildi mi? Korunuyorlar mı?”
“Bu tür olaylarda çocukların her türlü riskten uzak, güvenli bir ortamda bulunmaları çocuğun üstün yararı gereğidir. Çocukların şu an bulundukları ortamların onlar için güvenli olup olmadığı ve iyilik hallerinin gözetilip gözetilmediği takip ediliyor mu?”
Derneğin bu iki önemli sorusunun yanıtını –basın yasağı getirildiği ve resmi makamlar açıklama yapmadığı için- şu anda bilemesek de çocuk hak ve özgürlüklerini temel aldığımızda bu olayın ve ardından yapılan tartışmaların açıkça gösterdiği birkaç konuyu buradan vurgulamak iyi olabilir.
Bu olayla ve ardından yapılan tartışmalarla birlikte Türkiye’de çocukların çoğunun ruh sağlığı destek ihtiyaçlarında kamusal hizmet alamadıklarını ne yazık ki bir kere daha görmüş olduk. Çocuklar ve ebeveynler, kendi çevrelerinde, sosyal medyada popüler olmuş birtakım isimlerin peşinden, günlerce randevu bekleyebiliyor, çok yüksek ücretler ödemek durumunda kalabiliyor. Oysa çocuklara yönelik koruyucu, önleyici ve nitelikli ruh sağlığı hizmetlerinin herkes tarafından erişilebilir olması bir lütuf değil çocuğun sağlık hakkı açısından yükümlülük.
Ayrıca yine gördük ki ebeveynler, çocuklarının ruh sağlığına ilişkin destek alırken kendilerine ve çocuklara yönelik tutumu “etik” bakımdan nasıl olması gerektiğini bilmiyor ya da bunu gözden kaçırabiliyor. Ebeveynler -örneğin- çocuklarla yapılan psikoterapi görüşmelerinin aslında çok da uzun olamayacağını, kendilerine yönelik “aydınlatıcı onam süreci” işletilmeden çocuklarına herhangi bir ilaç vb. verilemeyeceğini, enjekte edilemeyeceğini bilmiyor. Bilmeyince de aldıkları desteğin çocukların yararı ve etik açıdan değerlendirebilmeleri mümkün olamıyor. (Ebeveynlere yönelik bu türlü bilgilendirici materyaller haberin ardından uzmanlara yönelik güvenini kaybeden kişilerin, çocukları için çok önemli olan bu güveni yeniden inşa etmesi için şimdi daha da önemli).
Bu süreçte ve ardından yapılan tartışmalarda bir kere daha anladık ki uzmanların da ebeveynlerin de çocuk koruma sistemine güvenmedikleri. Zoroğlu’nun gerçekten hangi saikle yaptığını bilemeyiz ama hak ihlaline maruz kalan çocukları sisteme güvenmedikleri için koruma sistemine dahil etmekten kaçınan öyle çok uzman var ki… Hatta bu güvensizlik zaman zaman uzmanların, çocuğun yüksek yararı açısından büyük bir ikileme düşerek suçu/iddiayı bildirim yükümlülüğünden kaçınmalarına kadar varıyor. Oysa bu durum hem o kişi açısından bir suç hem de çocukların maruz bırakıldıkları ihlallerin devamına, açılan yaraların derinleşmesine yol açan bir çocuk hakları sorunu.
Medya meselesi ise… Evet çok konuşuldu. Haberi yapan gazeteci de çok tartışıldı. Evet dil mühim, evet haberde okuyucunun ve toplumun dikkatinin nereye toplandığı çok önemli. Ama bir kere daha görülüyor ki basın özgürlüğü çocukların yaşadıklarının açığa çıkması için, faillerin cezasız kalmaması için elzem.