Reel sosyalizmlerin sosyalist toplum idealini arkasından sürükleyerek yıkılmasından sonra sosyalizmlerin dünya ölçeğinde yenilgisi diye tanımlanan süreçte, insanca yaşayabilmenin tek yolu olan politika da itibar kaybetti.
Politik olanın insanca olmadığı duygusu yaygınlaştı ve adeta siyasi olana karşı bir tepki hatta öfke ortaya çıktı. Yenilgiden sonra bizzat içinde olanlar tarafından seksen öncesi devrimci mücadele insani yanı zayıf olmakla suçlandı. Son derece haklı bazı eleştirileri es geçtiğim sanılmasın ama söylenen şuydu: Asıl olan insanlıktı ve biz devrimciler o dönemdeki varoluşumuzla insan olmaktan çıkmıştık. Ömrümüzde ilk defa bu denli insan olduğumuz zamanlar, aşk bile yaşamadan, hayatın güzel yanlarından nasibini almadan, yarı aç yarı tok, sırtımızda partallar, hapis ve işkencelerle geçmiş, sanki insanlığımızdan çalınmıştı.
Sonraki yıllar boyunca politik olan her konunun, kırk yıldır sürmekte olan savaş dahil, öncelikle insanlık meselesi, vicdan meselesi olarak tarif edilmek istendiğine defalarca tanık olmuşumdur. Bu, aslında çözülmesinin tek yolu politikleştirilmesi olan sorunların insanilik, vicdan, merhamet gibi kavramlarla karanlığa terk edilmesi, bulanıklaştırılması anlamına geliyordu. Öte yandan kendini güvence altına almanın da bir yoluydu. Karşımızda kurbanlar vardı ve biz onlara insanlık gösteriyorduk, vicdanlı olmanın gereğini yapıyorduk. Yapmasak da olurdu.
On yıllar içinde, Batı’da ve Kürt illerinde dayanışma için yaptığımız ziyaretlerde, Newroz’larda toplantı ve karşılaşmalarda, en korkunç zulümlere uğrayanların kullandığı politik dilin, yaşanan acıların bir tür propagandaya dönüştürülmesi duygusu uyandırdığına, eleştiri hatta suçlama konusu olduğuna da çok tanık oldum. Kimi zaman bu dil bana da yabancı geldi. Kurbanlarla karşılaşmak istiyorduk ama yoktular.
2015’te abluka altındaki Cizre’ye gittiğimde şöyle bir manzarayla karşılaştım. Ana caddede kurulu düzeni simgeleyen Bellona, İstikbal, Bosch, Arçelik mağazalarından 3 dakikalık yürüyüş mesafesinde tankın yaktığı bir arabanın iskeleti duruyordu.
Evler kurşun ve bomba delikleriyle doluydu, kimileri tamamen yıkılmıştı. Ölenlerin bedenleri günlerce sokaklarda kalmıştı, insanlar evlerinin önünde, içinde öldürülmüştü. Gençler barikatlarda, o koşullarda bile üstleri başları tertemiz çocuklar sokaklardaydı, duvarlardaki kurşun deliklerine çikolata, cips gofret kağıtları, şeker ambalajları sokuşturmuşlardı, belki yaşananları katlanılır kılmanın yetişkin denenlerin keşfedemeyeceği bir yoluydu.
Yok sayılma ve buna karşı mücadeleyle damgalanmış tarih, barikata konan eski fırın ve çöp kovasından ölü taşınan kerevete kadar her yerde meydan okuyordu.
Yakın ilçelerden birinde Cizre’den kaçanları hayalet sanmışlardı. Çünkü herkesin öldürüldüğü haberini almışlardı. Zihinlerinde Dersim ve nice kıyım olanlar için, bundan daha gerçek bir bilgi olamazdı. Aslında hayaletlerle yaşamaya alışmış bir coğrafyadaydık ve hayaletler her yerdeydi. Bizler, oraya giden kadın grubu da dahil buna. Bir şehrin, içinde tek kişi bile kalmayacak şekilde yok edilebileceğine dair bu denli güçlü bir inancın yarattığı hakikat karşısında görüntüden başka bir şey olmamız mümkün değildi.
Cizre’nin Cudi, Yasef ve Nur mahallelerinde kayıplar ve acı henüz çok tazeydi. Daha çok kadınlarla konuşuyorduk, acılarını paylaşmaya, dayanışma göstermeye gelmiştik. Çocuklarını kaybeden, çocuğunu ölüsünü buzdolabında saklamak zorunda kalan, annesinin cenazesi günlerce sokakta kalan kadınlar, yaşadıklarını, düpedüz acının eksik olmadığı ortak bir dille propagandaya dönüştürüyorlardı. Cizre’deki kadınların dili, belki de dil mirasına dahil edilmeli. Çünkü, bu dil, acılardan söz ederken aynı zamanda yaraları sarıyordu, kayıptan söz ederken beklentilere, arzulara, hayallere, umuda kanat açıyordu. Oraya uçakla bir ya da iki saatlik mesafedeki şehirlerden gelmiştik. Bedenlerimizde hâlâ birkaç saat öncesinin konforunu taşıyorduk. Çocuklarımız öldürülmemişti. Evimiz bombalanmamıştı, elektriğimiz, suyumuz kesilmemişti, devletin düşman ilan ettiği bir halktan değildik. Hiçbir bakımdan eşit değildik.
Cizre’deki kadınların bizi davet ettikleri alan, o zamanlar da yazdığım gibi, eşit olmayanları, farklı hayatların, farklı tarihlerin uçurumlarla ayırdıkları bir araya getirebilecek en ahlaki ve insani alandı. Çünkü bu alan, acıları paylaşmanın tek olanağını işaret ediyordu.
Bu politik dil her iki tarafı, yani dayanışma ve acıları paylaşmak için gelenlerle acılarla yaşayanları buluşturmanın yegâne insani biçimiydi. Kendilerini kurban statüsünden çıkarıyor, bize de onurlu bir varoluş bahşediyorlardı. Kendilerini ve bizi siyasi özneler olarak konumlandırıyor ve o dilden bir halk yaratıyorlardı. Politik olan, bütün bölgeyi boydan boya kat ediyordu. Hayatımda ilk kez, bütün kayıplarımın yasını, baştan aşağı siyasi bir mekân olan Cudi’deki yas evinde tuttum. Oradan ayrılmayı hiç istemedim. Mümkün olsaydı, çevremde özyönetim deneyimleri konuşulurken direnişin o koşturmacası içinde, duvarlara fotoğrafları asılmış ölülerin yüzlerine bakarak günlerce otururdum.
İnsani olanın gözdeleri iyilik-kötülük gibi kavramların bunca şaibelerine rağmen sol metinlere bile nasıl girebildiği başka bir yazının konusu olsun.
İnsanlık ve insani konusundaki devasa külliyatın yanından hafifçe geçiyorum.
Sözün özü, eşitsizliği güçsüzler, yoksullar, zulme uğrayanlar için görünür kılan politik olanı, eşitsizlikleri yok sayan, çünkü kavram olarak bu yok sayma üzerine inşa edilmiş “insanca”dan daha değerli buluyorum. Hatta politik olandan daha insanca bir şey yok demeye de cesaretim var.