13 Mayıs 2014’te Soma’da 301 madencinin hayatını kaybettiği büyük işçi katliamının üzerinden 6 yıl geçti. Bir rezalete dönüşen kurtarma çalışmaları, protestoculara yönelen devlet şiddeti ve elbette madenci yakınlarına atılan tekme toplum hafızasında silinmeyecek izler bıraktı. Katliam her yıl olduğu gibi bu sene de salgın sürecinde olunmasına rağmen ülkenin değişik şehirlerinde anıldı ve adalet arayışı tekrar dillendirildi. 6 yıldır kalabalık gruplar, sendikalar ve siyasi oluşumlar Soma katliamını, katliam dolayımıyla işçi cinayetlerini lanetleyip adalet çığlığını güncelleştiriyorlar. Hemen herkes iktidarın verili yapısı ve sınıf karakteri nedeniyle adalet talebinin katliamın hatırlatılması olduğunu, adaletin ancak zorlu bir mücadele ile hayat bulacağını biliyor. Adalet kazanılmalıdır.
Toplumsal muhalefet tarafından belirgin bir şekilde gündemleştirilmese de işçi cinayetleri, uzun süredir devam eden bir kıyıma dönüşmüş bulunuyordu. Soma katliamı, bu kıyım politikalarının görünür hale getirip, işçi cinayetlerinin toplum tarafından fark edilmesini sağladı. Fakat ne yazık ki tepki ve öfke Soma ile sınırlı kaldı, kalmaya devam ediyor. Soma katliamını lanetlemek için peş peşe açıklamalar yapıldığı gün Suriyeli inşaat işçisi Ahmet Mustafa çalıştığı inşaatta hayatını kaybetti. Ahmet Mustafa’nın kaybı, işten eve dönmemesi üzerine çalıştığı inşaata gelen ailesi tarafından fark edildi. Ailesi, Ahmet’in cenazesini düştüğü asansör boşluğunda buldu. İSİG Meclisi açıklamasa kimsenin haberi de olmayacaktı. Ahmet Mustafa cinayeti, benzerleri gibi kayıtlara istatistiki bir rakam olarak geçecek. Ne yazık ki işçi cinayetleri ancak kitlesel katliamlar ya da sansasyonel gündemler olduğunda dile geliyor ve görünür oluyor. Oysa işçiler her gün öldürülmeye devam ediyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin 2019 yılı iş cinayetleri raporuna göre, sadece 2019 yılında 1736 işçi hayatını kaybetmiş bulunuyor. Kaba bir yorumlamayla, 18 yıllık AKP iktidarında 25 bine yakın işçinin işçi cinayetlerine kurban gittiği söylenebilir. Katliamın 6. yılında öne çıkan “AKP’nin normali Soma’dır” sloganı bu gerçeği vurguluyor. Saray rejimi, işçi sınıfına işsizlik ve açlık tehdidi altında ölümüne çalışmaktan başka bir çıkış sunmuyor. İktidarın sınıf düşmanı siyaseti, salgın süresince tüm boyutları ile açığa çıktı. Salgının en yoğun döneminde “çarklar dönecek” söylemi bir politik tercih olarak işçi sınıfına dayatıldı. Bu politika işçi sınıfı açısından ölümü göze alıp, aç kalmamak uğruna çalışma dayatması olarak okundu. Politik ve sendikal açıdan örgütsüz işçi sınıfı bu dayatmaya boyun eğdi. İşçiler, tıpkı Soma’da katliamdan sonra madene inmeye devam ettikleri gibi salgın döneminde de çalışmaya devam ettiler. İşsizlik ve sefalet bir tehdit olarak işçilerin başının üzerinde bir kılıç gibi sallanmaya devam ediyor.
İSİG raporlarında işçi cinayetleri ile ilgili göze çarpan vurgu ise ölenlerin yüzde 98’inin sendikalı olmadığı gerçekliğidir. Bu gerçeklik güvencesiz, örgütsüz çalışmanın işçi sınıfını ne kadar savunmasız bıraktığını da açığa çıkarmaktadır. Aynı zamanda sendikal hareketin içerisine düştüğü aymazlık ve sessizliği de gözler önüne sermektedir. Ne yazık ki sendikalar, işçi cinayetlerine karşı sistemli bir mücadelenin içerisine hiç girmediler ve girmemeye de devam ediyorlar. Aslında sendikalar kendi üyelerinin özlük sorunları hariç, işçi sınıfının ana gövdesinin temel sorunları ile de hiç ilgilenmiyorlar ve bu tutumları ile kendi mezarlarını kazmaya devam ediyorlar. Oysa işçi cinayetlerinde AKP döneminde meydana gelen korkunç artış, bizzat iktidarın izlediği emek politikalarından kaynaklanıyor ve bu politikalar bizzat sendikal hareketi bitirip iktidarın aparatı haline getiriyor.
Yukarıdaki veriler AKP’nin yasal düzenlemelerle kural haline getirip devamlılaştırdığı kuralsız, güvencesiz çalışma ile işçi cinayetleri arasındaki doğrusal bağı da açıklamaktadır. Herkes gibi, hatta daha fazla işçiler, yaptıkları işin kendi ölümlerine yol açacağını biliyorlar. Fakat çalışmazlarsa işsiz kalacaklarını da biliyorlar. Bu yüzden ölümü göze alıyorlar ve çalışıyorlar. İktidarın işçi düşmanı siyaseti işçi sınıfını sefalet ile ölüm arasında bir ikilemin içerisine hapsetmiş bulunuyor. Salgının derinleştirdiği ekonomik krizin bu durumu daha ağırlaştıracağı ise bir kâbus gibi karşılarında duruyor. Kitlesel sefalet ve açlık dönemi geliyor. İşçiler, tamamen yaşamsal güdülerle yaşadıkları sefalet ve ölümle iktidar arasında bağ kurmaya, iktidarın zenginden ve patrondan yana yapısını sorgulamaya başlıyor. Bu sorgulamanın derinleşerek eyleme dönüşmesi ise iktidarın korkulu rüyası olarak duruyor. Siyasal iktidar bir yandan bu realiteyi frenlemek, öte yandan emek-demokrasi güçlerinin Kürt halkıyla yan yana gelmesini engellemek için tüm toplumsal alanı hedef alan bir saldırı yöneltiyor. İktidarın korkularını gerçek kılmanın tüm imkânları giderek belirginleşiyor. Hayatın kendisi, toplumun tüm alanlarında halk kitlelerine iktidar politikalarına karşı çıkmayı, devletin zoruna karşı mücadele etmeyi dayatıyor. Sosyalistler, işçilere ve yoksullara yaşadıkları sıkışmışlığı anlatmanın bir adım ötesine geçerek bu sıkışmışlığın nasıl aşılacağını ortaya koymak zorundadırlar. Somut ve yapılabilir önermeler geliştirmek, bu önermeleri hayata geçirecek bir mücadele hattı kurmak gerekiyor.