Marketlere hücum eden insanlar, ne bulursa market arabasına dolduranlar, market kuyruklarında birbiri ile kavga eden insanlar, birileri fazladan aldığı için bir başka birilerinin bulamadığı virüsten korunma gereçleri olan maske, eldiven ve dezenfektan. Bu imajlar, virüsle ilk tanışma aşamasında hemen hemen dünyanın tüm ülkelerinde yaşandı. Henüz ne olduğunu ve nasıl zararlar vereceğini bilmedikleri bu tehlike karşısında insanların can havliyle ve kendilerine sistemin öğrettiği şekliyle kendi varlıklarını korumak için diğer insanların hayatının tehlikeye düşmesine aldırmayarak ihtiyaç teminine gitmelerinin görüntüleri. Bütün televizyon ekranlarından ve sosyal medyadan bu görüntüler dağılmaya başlayınca insan bencilliğinin bu çıplak hali üzerine elbette daha çok konuşulur oldu. Aslında herkesin bildiği gerçek, olağanüstü koşullar altında birdenbire ve böyle yoğunca kendini gösterince görmezden gelinemedi. Herkes kendi meşrebince, insanlığın bu haline yorum getirirken kendisinin de en az bu şekilde bir kere markete hücum etmiş olduğuyla yüzleşmeyerek bir ötekini eleştirinin hedefine koyarak elbette. Konu görüntü olunca elbette insanlığın bu hallerini anlatan sinema filmleri de korona günleri bağlamında çokça konuşulur oldu.
Bu filmlerden biri de 2019 İspanya yapımı, yönetmenliğin Galder Gaztelu-Urrutia’nın “The Platform”, orijinal ismiyle “El Hoyo (Delik)” adlı filmi. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen Toronto Film Festivali’nde dünya prömiyerini gerçekleştirdikten sonra Sitges, Torino gibi prestijli festivalleri dolaşma şansı yakalamış bir film. Korona günleri bağlamında bu filmin konuşulmasına sebep filmin adil paylaşmaya ve dayanışmaya yanaşmayan insanların (insanlığın) faciadan kurtulamayacakları şeklinde özetlenebilecek konusu. Film her katta iki kişinin kaldığı, 333 katlı bir dikey hapishanede geçiyor. Bu yapının ortasına yerleştirilen platform, her gün tüm katlardakiler eşit paylaşırsa herkese yetecek kadar yiyecekle dolu bir şekilde aşağı doğru iniyor ve her katta sadece kısa bir süre duruyor. Yukarı kattakiler adeta yiyecekleri yağmalıyor, üzerine basıyor, birbirine karıştırıyor. Platform her katta çok kısa süre durduğu için de herkes vahşi bir şekilde yiyeceklerden tıkınıyor. Platform alt katlara indikçe üzerindeki yiyecek çok azaldığı için yiyecekten bir parça yiyebilmek vahşi bir ölüm kalım savaşına dönüşüyor. Yiyeceğin çok az ulaştığı ya da hiç ulaşmadığı alt katlarda insanlar kendisiyle aynı hücrede kalan insanları öldürüyor ve onun etini yiyerek hayatta kalmaya çalışıyor. Hapishane kurallarına göre mahkumların her ay katları değiştiriliyor, alttan üste, üstten alta bir yer değiştirme gerçekleşiyor. Katları değişse de insanların tavrında bir değişme olmuyor. En alttan en üste çıkanlar alttakilerin ne yaşadığını bildikleri ve yiyeceği az tüketirlerse diğer tüm alttakilere de yeteceğini bildikleri halde üstte olmanın baş döndüren hazzıyla yiyeceklere vahşice saldırıp tarumar ediyorlar.
Filmin hikayesini, üzerinden takip ettiğimiz ana karakterimiz Goreng, hapishaneye gönüllü gelmeyi kabul etmiştir. Bu onun için bir deneydir. Filmin ilerleyen dakikalarında anlıyoruz ki bu hapishane, insanlar arasında dayanışmanın doğaçlama olarak gelişmesini test etmek için bir deney mekanı olarak inşa edilmiştir. Goreng gibi gönüllü gelen insanlar olsa da çoğunlukla suç işlemiş insanlar bu hapishaneye gönderilmektedirler. Başlangıçta bu vahşetten tiksinen Goreng platformdaki yiyeceklere dokunmaz bile. Fakat ilerleyen süreç içerisinde Goreng’in kendisini yemeye çalışan hücre arkadaşını öldürerek etini yediğini görürüz. Burada “insan, insanın kurdudur. Kötülük insanın doğasında vardır. Olağanüstü koşullar her insanı vahşileştirir. Alttaki mazlum üste çıktığında zalimleşir” tezlerini sıklıkla işleyen bir hikaye örgüsü söz konusudur. Imoguiri karakteri burada bencillikle malul insanların bir antitezi olarak ortaya çıkar. Daha önce cezaevi yönetimi yani sistem içerisinde bir eleman olarak çalışan Imoguiri bu sosyal deneyden insanlar arası bir dayanışmanın çıkacağına iman etmiş biridir. Kanser hastası olduğunu öğrenince gönüllü olarak mahkum olmayı seçerek cezaevine girer, Goreng’in hücresine verilir ve alt kattakiler ile temas kurarak yemeğin eşit paylaşılmasını örgütlemeye çalışır. Imoguiri’nin bu paylaşma ve dayanışmayı öğütleyen naif çabası her denemede boşa çıkarken Goreng’in “eğer az yemek alarak alttakilere de yemek bırakmazlarsa yemeklerin üzerine sıçacağı” tehdidi ilk seferinde sonuç alır. Imoguiri’nin üst kattakileri nasıl etkileyeceği sorusuna “yukarıya doğru sıçamam” diye cevap verir. Alttakilerin ancak tehdit ve zorla ve elinde zor aygıtını tutan bir otoritenin hizaya getirilebileceği ve yiyeceğin bu yolla eşit paylaşılabileceği tezi güçlenerek devam eder hikayede. İnanmış bir karakter olarak Imoguiri intihar ederek bedenini yemesi için hücre arkadaşına hediye ederken bundan çok etkilenen Goreng yanına yeni verilen Baharat adlı karakter ile birlikte platforma binerek yiyeceklerle birlikte alt katlara inerek ellerindeki demir sopaların zoruyla yiyeceği eşit dağıtırlar.
Film, konusu, işlediği tezler, taşıdığı çelişkiler bakımından bir köşe yazısına sığmayacak kadar epey üzerinde konuşulmayı gerektiren bir film. Filmin hikayesi ve tezi için öz olarak şunu söylemek mümkün. Kötülüğün insan doğasında var olduğu tezi güçlü bir şekilde vurgulanırken bütün bu vahşeti yaratanın sistem (kapitalizm) olduğu göz ardı edilir veya bilinçli olarak gizlenir. Filmin tezini taşıma görevini üstlenmiş olan karakterler de bir sosyal deney olan platform içinde yemeğin eşit dağıtılması gibi bir sistem içi çözümden başka bir arayışa girmezler, tüm bu vahşetin asıl sorumlusunun bu hapishaneyi inşa eden sistem olduğunu ve bu sistemi yıkmanın asıl çözüm olduğunu görmezler. Alttan üste geçince aynı bencillikle alttakileri yiyecek bırakmayan insanları “insanın doğasında kötülük var” diye suçlarlar. Ne kadar tanıdık değil mi? İki günlük sokağa çıkma yasağı geç haber verilince marketlere hücum eden ve ne varsa satın alan insanların birtakım “entelektüeller” ve iktidar yetkilileri tarafından aşağılandığı ve suçlandığı gibi. Sanki bu ülke insanlarını “gemisini kurtaran kaptan” teziyle yetiştiren bir örgün ve yaygın eğitimden geçirenler kendileri değilmiş gibi.
Hikayeye göre bu hapishanenin işlevi olağanüstü koşullar altında insanlar arasında dayanışmanın gelişip gelişmeyeceğini test etmektir. Elbette ki sistem böyle bir testi insanlar arasında dayanışmayı öğretmek için değil, bir dayanışma gelişirse bu dayanışmayı nasıl dağıtabileceği ve yegane kurtuluş yolunun sisteme sığınmaktan geçtiğini göstermek için yapar. Tıpkı şu anda bütün dünyada salgın hastalığın kapitalist devletler tarafından insanları sisteme daha çok bağlamanın yol ve yöntemlerinin sınandığı bir sosyal deney olarak kullanıldığı gibi.