Erol Katırcıoğlu
Siyaset ilginç bir alan. Toplum çıkarına, daha doğrusu çoğu zaman toplum çıkarına olduğu söylense de aslında belirli bir toplum kesiminin çıkarına yapılan bir faaliyet. İşler liberal demokrasilerde kolaydı. Toplum tek bir “vatandaş” kavramıyla özdeşleştirilirdi. Tıpkı klasik iktisatta “tüketici”, “üretici” kavramları gibi. Ama biz biliriz ki gerçek hayatta ne homojen vatandaşlar, ne homojen tüketiciler ve ne de homojen üreticiler var. O nedenle de liberal toplum paradigmasının bir alt düzeyine indiğimizde vatandaş denilen kitleler, aslında, zengin, fakir, işçi, işveren, Kürt, Türk, Ermeni gibi farklı kimlikler içinde nitelenebilecek kişilerden oluşuyor. Ama liberaller “kimlik” kavramından hoşlanmadıkları için bütün bu farklı unsurları “vatandaş” kavramı altında ele almayı yeğleyerek aslında onlardan kurtulmuş oluyorlar.
Peki ama toplum, konumları ve çıkarları bakımından farklı kimliklerden oluşuyorsa “vatandaşın çıkarları” derken aslında ne demek isteniyor dersiniz? Ekonomiden bir örnekle devam edelim, bütün siyasetçilerin ağzında enflasyon kötüdür lafı dolaşırken kim için kötüdür acaba diye sormak gerekmez mi? Sormamız gerekir çünkü enflasyon piyasa hiyerarşisinde üstte olan zenginleri daha zenginleştiren, alttaki sabit gelirleri, yani işçileri ve memurları ise daha da yoksullaştıran bir süreçtir. Dolayısıyla bakmayın siz çoğu siyasetçinin “enflasyon kötüdür” “ o bir canavardır” diyerek geniş halk kitlelerinin yanındaymış gibi durduklarına, aslında durdukları yer zenginlerin yanıdır.
Tıpkı bunun gibi liberal demokrasilerde farklı kesimlerin çıkarlarını temsil etseler bile bütün siyasi partiler de homojen yapılar olarak kabul görürler. Çünkü “siyasi partiler yasası” denilen yasa onları tek bir gömleğin içine sokar. Kendi kesimlerinin çıkarlarını korumak için örgütlenmiş insanlar, isteseler de istemeseler de bu gömleğin içine girmek zorunda kalırlar.
İdealleri için siyaset yapan insanlar bu gömleğin içine girince de aralarındaki ilişkiler de bir hiyerarşinin parçalarına ayrılırlar. Tıpkı ekonomide olduğu gibi “yukarıdakiler” ve “aşağılardakiler” oluşur. Sıradan bir partili olmakla, parti meclisi üyesi olmak farklılaşır, merkez yürütme kurulu üyesi olmak parti meclisi üyesi olmanın üzerinde konumlanır, yetkiler de farklılaşır vs.
Kapitalizm “güç” üzerine yükselir. Ama gücün görünür olmasını da istemez. Onun için iktisat bilimi gücün yokmuş gibi varsayıldığı bir bilim dalıdır. En azından son yıllara kadar böyleydi. Şimdi çeşitli araştırmacılar bu konuyu sorguluyorlar. Ekonomik sistem güç üzerine oturunca o sistemin diğer düzeyleri de bundan etkilenir. Örneğin siyaset alanı gibi.
İnsanoğlu Sümer medeniyetlerinden bu yana “güç”’ün peşinde koşuyor. Ne vakit kankardeşler topluluğu olarak yaşarken girdiği “medeniyet” hiyerarşisinde “kardeşlik” ve “yoldaşlığı” unutup sadece “vatandaş” oluyor, o zaman aslında “güçlünün” önünü açıyor.
Kardeşliğin, yoldaşlığın ve ortak yaşamın izleri yok oluyor. Oysa Marx iki yüzyıl önce böylesine bir yolun yeniden nasıl döşeneceğinin ipuçlarını vermişti.
Ama görünen o ki insanoğlunun direnişi hala sürüyor.