Bu yazı ile kendime beklenmedik bir görev çıkardığımı fark ettim. Hatta bir etik sorumluluk olarak gördüm bu konuyu ele alma hususunu. Bunun ana sebeplerinden biri çok erken yaşta Handke ile edebiyat ve şiir üzerinden tanışmamdır muhtemelen, ikinci nedeni Handke’nin Türkiye’de az tanınan bir edebiyatçı ve aydın olmasıdır, üçüncü bir neden ise Nobel edebiyat ödülünü almasıyla amansız saldırıların hedefi haline gelmesi olsa gerek. Bu vesileyle tekrar fark ettim, bu avangart edebiyat düşünürünü. Yugoslavya iç savaşı döneminde diasporik Yugoslav aydınların (YUKO) organize ettiği savaş karşıtı sohbetler sırasında dinleme fırsatı buldum. Hem dünya barışına olan inancını hem de savaşa karşı çıkışını takdirle karşıladım ve onun düşünce patikasına çok yakın bir yolda yürüdüğümü de ayrıca vurgulamayalım.
Handke’nin herhangi bir düşünce veya edebiyat türüne dair görüş ve ifade biçimleri radikal şekilde olabilir ama bu onun cesur entelektüel duruşuna ve evrensel etiğe bağlı gerçeğine gölge düşürmemelidir. Çünkü o Anglosakson tarihinin yekununa bütünlüklü bakan ve baktığı bu lensle toplumsal olguları yorumlayan bir düşünürdür. Yani onun açısından, Batı tarihi yıkımlar tarihi olduğu kadar yaratımların da tarihidir ve Yugoslavya savaşını bu bağlamda okuyan ve yorumlayan biridir. Dolayısıyla Yugoslavya halklarının İkinci Dünya Savaşı sırasında anti faşist mücadelesini ve partizanların efsanevi direnişlerini çok yakından bilen ve bunun kıymetini tarihsel olarak iyi bir yere kaydeden biridir Handke.
Lakin 1913 yılına kadar bir kısmı Avusturya ve Macaristan kraliyeti diğer tarafı ise Osmanlılar tarafından işgal edilen ülke 1918 yılında “Sırplar, Hırvatlar ve Slovenler Krallığı” olarak kuruldu ve Yugoslavya 1929 yılında 20’nin üzerinde etnik kimliğin katılımıyla federatif bir yapıya geçti. O güne kadar üç büyük Balkan savaşını birebir yaşayan ülke, 1991 yılında yeni bir vahşi savaşın pençesine düştü. Handke’nin bütün meramı tarihin tekerrürüne karşı baş kaldırmaktı. Onun derdi ne Milošević ne de herhangi başka biriydi. Dolayısıyla Milošević’in ölümüne karşı çıkmasının sebebi ne kişisel bir dostluk ne fikirsel yakınlık ne de ebeveynlerinin Nazizmle olan bağlarının çağrışımına dayalı öfkeydi. “Milošević’in mezarı Yugoslavya’nın da mezarı olacak” demesinin sebebi daha önce savaşlarda dökülmüş olan kan kadar yeni kanın döküleceğini sezmiş olmasıydı.
Onun o çokuluslu, Federal Yugoslavya Devletinin varoluş koşullarını ve tarihini iyi bilen biri olarak var gücüyle o halklar bahçesinin çöküşünü engelleme çabasındaydı ve bu vicdanlı bir entelektüelin yapması gereken esas ve sıradan bir şeydi. Zira 1941 baharında Naziler Yugoslavya’yı işgal ederlerken, ilk kez bir halk örgütlü bir şekilde faşizme karşı koymuştu. Tito’nun yakın yoldaşlarından Albay Mihailoviç komutası altında ilk partizan grubu Almanlara karşı silahlı mücadeleye başlamış, ellerindeki zayıf silahlara rağmen küçük operasyonlarla faşizmi sersemletmiş ve nihayetinde faşizm Yugoslavya halkları karşısında tarihi bir yenilgiye uğramıştı. Dolayısıyla Handke, Yugoslavya ile kurduğu tarihsel bağlam ile iç savaşın geleceğini öngördü, çatışmaların ilk anlarıyla kurduğu diyalektik ilişki çok derin bir tarihselliğe dayanıyordu.
Bütün bunları enine boyuna bilmeden Handke’nin savaş esnasında söylediklerini ve yazdıklarını bir katliam destekleyiciliği veya ırkçılık gibi sözlerle tarif etmek popülizmdir. Böylesi bir popülizm ve “kendi yarasından gücenme” ve inkârı sıradanlaştırma eninde sonunda toplumları tekçiliğe ve faşizme götürür. Bu yılki Nobel ödülünün Handke’ye verilmesine savaşa dair yaklaşımlarından dolayı edebiyat eşrafı bazı aydınlar haklı olarak ihtiyatlı tepkiler gösterirken, Türkiye’de en üst düzey hükümet yetkililerinden medyaya, Yazarlar Sendikası eski başkanından bazı yazarlara kadar ağız dolusu silahlarla meydana inildi. Her konuda olduğu gibi bu konuda da gelişen tartışmalara son noktayı “edebiyatın Spartaküs”ü Erdoğan koydu.
Erdoğan, Handke’nin yanı sıra hem Nobel Komitesi’ni hem de bu coğrafyada o ödülü layıkıyla hak etmiş Orhan Pamuk’u hedefe koydu. Handke’yi Srebrenitsa Katliamı’nın inkârcısı ve Sırp savaş suçlularını savunan bir avukat gibi göstermeye çalışmak, Orhan Pamuk gibi bir edebiyatçı ve aydına terörist demek hem eleştiri diyalektiğinin sınırlarını zorlar hem de söylenenlerin başka saiklerle söylendiğini gösterir. Rejimin başındaki zat ve çeperindeki medya ve bazı organik yazarların temel motivasyonu Handke üzerinden İzzetbegoviç’ten bir kahraman çıkarmak, Orhan Pamuk’a vurarak boyunlarındaki büyük felaketin iplerini koparmak ve aydın cesaretini kırmaktır ama bunların o kadar kolay olmadığı bilinmelidir.
Lakin Handke’nın Yugoslavya iç savaşıyla ilgili ilk cesur sözleri Batı Medyasının tetikçiliğiyle ilgiliydi. Batı medyasının “bariz bir kundaklama kurumuna” dönüştüğünü ve orada (Yugoslavya) yapılan gazeteciliğin “ savaş edebiyatının en kötü türünün bir piçi” olarak doğduğunu söylemişti. Handke’nin Yugoslavya meselesiyle ilgili yaptığı açıklamaların birçoğu, yer yer problemli de olsa ve retoriği yeterince aydınlatıcı olmasa da pozisyonu her zaman netti. O her şeyden önce savaş karşıtıydı ve Sırbistan hakkındaki raporların tek taraflı olduğunu ve Batı’nın Balkanlar’da yapmak istedikleri savaşlara gerekçeler ürettiğini savunuyordu. Handke aldığı bu temel pozisyondan hareketle Yugoslavya Birliğinin dağılmasından duyduğu üzüntü ve öfkeyi dile getiriyordu. Bütün bunların bize ne kadar tanıdık geldiğini herhalde idrak edebiliyoruz. Lakin yıllardır sürmekte olan ülke içi çatışmalar ve son olarak da Suriye Kürtlerine karşı savaşın tetikçiliğini yapan medyanın içine düştüğü durum Yugoslavya iç savaşını hazırlayan gayrimeşrularla birebir aynıdır ve bu hakikat Handke’nin o dönemki cesur tarifidir.
Handke hem yazı hem de söz kurmayı politik bir eylem olarak görür. Aslında onun için anlatı, modern kapitalizm hakkındaki görüşleri ortaya koyma girişimidir ve bunu engellemekse kötülüğün örtbas edilmesidir. Tam da buradan yola çıkararak söz kurar Handke. Yani, adilane dünya inşası güçlüklerle karşılaştığı yerde, o politik meydan döner ve sözün eyleme dönüşmesi için direnler adına edebiyatın radikal araçlarının tamamına başvurur. Dolayısıyla dünyanın ilk vekâlet savaşı olan Yugoslavya’daki iç savaş döneminde Handke’nin yaptığı tam da budur. Özellikle de 1990’daki distopik Balkan savaşı, modern politika dinamikleri ve özellikle de yeni “dünya aktörlerin sırları” denilen neoliberal olguların anlaşılmasına büyük katkıda bulunmuştur.
Handke, ezilenden yana olmayan, her yeni siyasi teori, adı ve temel düsturu ne olursa olsun, hegemonik rejimlerin geri dönüşü olarak öngören ender eleştirel entelektüellerdendir. Tarihin deneyimlerinden etkilendiği gibi modern zamanların dışında kalan gayrı resmi tarihten de etkilenen Handke gibi bir düşünürü ırkçılıkla suçlamak veya katliam destekçisi gibi göstermek hem ahlaki hem de etik olarak büyük bir vebal olur. Çünkü o hiçbir zaman olup bitenlere katliam değildir dememiştir, sadece çok radikal ve berrak bir şekilde harici olan savaşın tamamına karşı çıkmış ve Yugoslavya’nın fikri birliğini savunmuştur. Ve hatta o savaşı ilk günlerinden itibaren NATO’nun vekâlet savaşı olarak görmüş ve önlenmemesi durumunda halkların karşılıklı olarak öfke patlamaları yaşayacağını söylemiştir. Akılcılığın keskin buruklarından biri de kör öfke ile dünyaya bakanların salt kendi ahlaki burukluklarıyla dünyayı sürükleyecekleri hakikati görmüş ve ne yazık ki de haklı çıkmıştır. Handke’yi ele alırken belki bu bağlama başvurabiliriz ama onu bir ırkçı veya katliam destekleyicisi olarak tanımlamak hakikatin saf halini ana bağlamından koparmak demek olur.
Zira her tanımın veya tarifin etik hali vicdani bir mesafeye ihtiyaç duyar, aksi ise görmek istediğimiz tarife kriter yüklemini yapar ve Handke meselesinde olduğu gibi ırkçı olmayan birine ırkçı, ırkçı olan birine de ‘yurtsever’ diyebiliriz. Gerçeğin tersyüz edilmiş halinden uzak durmak için azimli bir vicdanın varlığı gereklidir. Onun için vicdana dönüş diye bir yol bulmalıyız, gözlerimizin önündeki dünyayı daha önce gördüğümüzden farklı bir şekilde gösterecek bir tür yeni bir vicdan lensi olmalı, belki o vakit hakikatin halis halini görebiliriz.