Zafer Yörük
James Kirkup, 1976 yılında ‘Adını Konuşmaya Cüret Eden Aşk’ şiirini yazdı. Berbat bir şiir olmakla birlikte eşcinsel ilişki ve İsa peygamber temalarına dokunan içeriği hasebiyle bir anda çok okunan bir şiir oldu. 1977 yılında, o şiiri toplum içinde okuyanlar İngiltere Ceza Mahkemesi’nde yargılanarak hüküm giydiler.
2002 yılına gelindiğinde, aynı şiirin bir kez daha ve bu defa Londra’nın en büyük meydanı olan Trafalgar’da konuşlu St Martin-in-the-Fields kilisesinin merdivenlerinde okunacağı hakkında basında duyuru yapıldı. Bağnaz Hıristiyanlar bu eylemi engellemek için mahkemeye başvurdular. Savcılık harekete geçseydi, ‘dini duyguları rencide etmek’ iddiasıyla İngilizce edebiyatın ünlü yazarlarının, seçkin akademisyenlerin ve milletvekillerinin yargılanacağı büyük bir dava başlayacaktı. Ama olmadı. İnsan hakları aktivisti Peter Thatchell, polisin gözaltı ya da kimlik tespiti yapmadığını, böylelikle ifade özgürlüğü ve protesto hakkı adına önemli bir zafer kazandıklarını ilan etti.
Bu eylemin ardından, 15 Mayıs 2002’de Lordlar Kamarası ‘dinsel suçlar’ hakkındaki yasaların incelenmesi için bir komisyon oluşturdu. 2008 yılına kadar devam eden bir siyasal ve hukuki prosedür sonucunda ‘dine küfretme suçu’ olarak çevrilebilecek ‘blasphemy’ yasası yürürlükten kaldırıldı. Bir başka deyişle dine küfretmek, diğer bütün düşünceyi ifade fiilleri gibi yasal koruma altına alınan (nezaketsiz de olsa) meşru bir davranış statüsü kazanmış oldu.
Yasanın kaldırılması, bağnaz Hıristiyanları üzmekle birlikte asıl muhalefet bağnaz İslamcılardan geldi. 1988’de Doğu Londra’da ve Bradford’da Salman Rüşdi’nin kuklasını ve ‘Şeytan Ayetleri’ kitabını yakma eylemleriyle İngiltere’de siyaset sahnesine çıkan İslamcıların Oxford’da öğretim üyesi olan Dr. Şabir Aktar gibi kanaat önderleri, ‘dine küfretme’ suçunun pratikte yalnızca Hıristiyanlığı kapsamasından şikâyetçiydi. Bunun bir çifte standart olduğunu, ülkede başka dinlerden de yurttaşların bulunduğunu, dolayısıyla da ceza yasasındaki küfretme cezasının içinde İslam dininin de telaffuz edilecek biçimde genişletilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Yasa kaldırıldığında, ayrımcılık söylemine dayanan bu argüman temelsiz kalmış oldu
Bir kadın tutuklandı. Oysa Gülşen, kimsenin dinine ya da inancına küfretmedi; hakaret etmedi. Bağnaz İslamcı iktidarın kemik oylarına jest olsun diye tutuklandı. Geçen hafta Salman Rüşdi’ye dünyanın gözleri önünde ‘İslami usullere uygun kesim’ suretiyle öldürme teşebbüsünü coşkuyla karşılayan iktidar yayınları Gülşen’in tutuklanması haberlerinde de küfürden, hakaretten geri durmuyorlar.
Gülşen vakası, demokrasi adına bir karar anı olarak tarihe geçecektir. Müzisyenler, edebiyatçılar, akademisyenler, kadın örgütleri, barolar, sendikalar, muhalif siyasi partiler, milletvekilleri Gülşen’e yargı marifetiyle yapılmakta olan gayrımeşru saldırı karşısında sessiz kalmak ve ‘ama’ demek lüksüne sahip değiller. Toplumsal norm haline getirilmeye çalışılan nefret söylemi ve pratiği için gerekçe ya da hafifletici sebep kabul edilemez.
Bu tutuklamayı talep eden savcıların ve kararı veren hakimlerin kimden talimat aldıkları konusunda sorgulanmaları gerekir. Azmettirici olarak da iktidarın medya aparatları, basın organları, troller ve bazı meczup diyanet görevlileri yargı önünde hesap vermelidir. Böyle bir dönüm anı yaşanmadıkça ülke, saptırılmakta olduğu Persepolis rotasında yol almayı sürdürecek ve sahtekâr beka tehlikesi retoriği perdesinin ardında hazırlanmakta olan varoluşsal tehdidin gerçekliği, bütün korkunçluğuyla her geçen gün daha fazla gözler önüne serilecektir.