Özgür Müftüoğlu
Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, Fransa’da düzenlenen Uluslararası Gayrimenkul Fuarı’nı ziyaret etmiş ve Gayrimenkul Yatırımcıları Derneği’nin düzenlediği Uluslararası Yatırımcı Toplantısı’nda yabancı yatırımcılara Türkiye’ye yatırım yapmaları çağrısında bulunarak, “Bir problem mi yaşadınız… Rahat olun. Bize hemen ulaşırsınız. Bürokrasiyi alaşağı ederiz, arkamızda Cumhurbaşkanımız var rahat olun. Mevzuatı da değiştiririz gerekirse” demiş.
Yani TC Devleti’nin bir bakanı “Hukuku, yasaları, bürokrasiyi falan dert etmeyin” dediği sermayedarlara 85 milyon nüfuslu, 783.562 km² yüzölçümlü Türkiye’nin “ormanı, denizi, kıyısı, deresi, bağı, bahçesi için” amiyane tabirle “Dükkan sizin!” demiş. Güvence olarak da Cumhurbaşkanı’nı göstermiş.
Açık sözlülüğünden dolayı Bakan Nebati’yi kutlamak gerekir! Sarf ettiği bu birkaç cümleyle “hiçbir kural tanımaksızın kamu varlıklarını sermayeye pazarlama”yı içeren AKP’nin “pazarlamacı devlet” anlayışının nasıl işlediğini tüm açıklığıyla ortaya koymuş zira.
“Pazarlamacı devlet”in ne olduğunu açıklamak için kısaca kapitalizmde devletin hallerinden söz etmek yerinde olur: Kapitalizmde devlet, değişen sermaye birikim rejimine göre biçim değiştiren bir mekanizmadır. Burjuvazinin feodalizmi yıkarak devleti ele geçirdiğinde yapılandırdığı ilk biçim; “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler”ci, ekonomiye müdahalesi burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını, emekçilerden, yoksullardan korumaktan ibaret olan liberal devletti. Ancak hem liberal devlet 1929 krizine çözüm olamadığı için hem de sosyalist blokun tehdidini aşmak için 1945 sonrasında ekonomiye doğrudan müdahale eden sosyal/refah devleti modeli benimsendi. 1970’lerin başında yeniden krize giren kapitalizm -sosyalist blokun tehdidinin zayıflamasını da fırsat bilerek- devletin sermayenin çıkarlarını öncelediği neoliberal politikaları uygulamaya koyarken “piyasa devleti” modeline geçti. “Piyasa devleti” 1990’lı ve 2000’li yıllarda art arda yaşanan bölgesel ve küresel krizleri aşamayan ülkelerde çözüm üretemeyince hiçbir kural tanımadan, ulusal ölçekteki kamu varlıklarını sermayeye doğrudan satarak ya da imtiyazlar tanıyarak “ekonomiyi döndürmeye” çalışan “pazarlamacı devlet” anlayışı ortaya çıktı.
“Pazarlamacı devlet” anlayışının uygulanabilmesi için olmazsa olmaz koşul, hukukun ve dolayısıyla demokrasinin işlevsiz hale geldiği otoriter bir rejimin varlığıdır. Demokrasinin asgari düzeyde de olsa işlediği bir ülkede, toplum elbette tüm yurttaşların hakkı olan kamu varlıklarını sermayenin ve siyasi iktidarın çıkarları uğruna pazarlanmasına itiraz edecektir. Ancak “piyasa devleti” ile “pazarlamacı devlet” uygulamalarını birbirinden ayırmak pek de kolay olmayabilir. Örneğin özelleştirme gibi neoliberal politikalar uygulanırken de devletler az-çok pazarlamacılığa bulaşmışlardır. Ancak genellikle kapitalizmin uluslararası kurumlarının (IMF, DB, AB vb) belirlediği kurallar ve bunların yansıması olan yasal mevzuat çerçevesinde hareket etmişlerdir.
Türkiye’de 12 Eylül darbe rejiminin baskı koşullarından yararlanarak Turgut Özal kamu mallarını pazarlamayı denemişse de -tüm baskı metotlarını kullanmasına rağmen- toplumsal muhalefeti aşıp tam anlamıyla “pazarlamacı devlet”i gerçekleştirememiştir. 90’lı yıllarda da bu çaba devam etmiş; özellikle Tansu Çiller 94 krizinden ve çatışma ortamından da yararlanarak kamu varlıklarını kural tanımadan pazarlamaya tevessül etmiş ama o da, “yolsuzluk” olarak tanımlanacak kimi girişimlerin ötesine geçememiştir.
“Pazarlamacı devlet” uygulamalarının en bariz örneklerini eski Doğu Bloku ülkelerinde görebiliriz. 90’lı yıllarda süratle kapitalizme eklemlenme çabası içinde olan bu ülkelerde devleti ele geçiren siyasi erk sahipleri; kamu işletmelerini, kamu hizmeti veren kurumları, değerli yeraltı ve yer üstü kaynaklarını kuralsızca ve fütursuzca pazarlamıştır. Bugünlerde Rusya’ya yaptırımlar vesilesiyle sıkça gündeme gelen ve milyarlarca dolar servete sahip oldukları söylenen oligarklar da 1990’lar ve 2000’lerdeki bu “pazarlamacı devlet” anlayışının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
AKP, iktidarının ilk dönemlerinde kapitalizmin uluslararası kurumları ile yerli ve yabancı sermayenin beklentileri doğrultusunda “piyasacı devlet” anlayışıyla hareket ederken; sonraki yıllarında (yasama, yürütme ve yargı erklerini tek elde toplayarak otoriterleştikçe) hukuku bir yana bırakarak kamu varlıklarını pazarlamaya başladı. 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından Meclis’e getirilerek yasalaştırılan “Varlık Fonu ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile kurumsallaşan otokratik rejim” sayesinde bu süreç daha da hızlandı. Böylece bir taraftan AKP kendi oligarklarını yaratırken diğer taraftan yerli ve yabancı sermayeyi ihya ettiği satışlarla sağlanan sıcak parayla ekonomide günü kurtarma yoluna gitti.
Toplumsal bir tepki oluşmadığı sürece “pazarlamacı” devlet erkânı, “Dükkân senin!” anlayışıyla ülkedeki tüm yaşam kaynaklarını haraç mezat satmaya devam edecektir. Ta ki içilebilecek tek damla su, soluk alabilecek küçücük bir temiz hava sahası kalmayana dek!