‘Kötülük’ diye bir şey, daha doğrusu son zamanlarda çok kullanıldığı biçimiyle ‘saf kötülük’ diye bir şey var mı?
Karışık bir mevzu. Marksizmde “insanın (değişmez) doğası” fikri şiddetle reddedilir. Marks ve Engels yaşamları boyunca, “iyilik-kötülük” gibi kavramlara bulaşmamayı tercih ettiler; “insanın doğuştan gelen özü” gibi kavramlarla mücadele ederek çoğu durumda bu tür düşünce sahiplerini acımasızca alaya aldılar; insan davranışlarının ve ‘özünün’ yaşadığı koşullarla biçimlendiği tezi, onların dünya görüşünün temellerinden biriydi ve doğruydu da. Aklın yolu budur çünkü. İnsana doğuştan bencillik atfederseniz mesela, yeni bir dayanışmacı toplum kurmayı unutmanız gerekir; insanın özünün kendiliğinden ve zamandan/mekândan bağımsız olarak ‘iyi’ olduğu yolundaki tez ise, kaba bir determinizmin yolunu açar. Oysa gerçek öyle de değildir. Gezegenimiz, “kapitalizmden sonra sosyalizmin kaçınılmazlığı” gibi kaba saba tezlerin aksine, biz iradi olarak müdahale edip insanın yeni doğasının biçimlenmesi için çabalamazsak, pekâlâ kendi kendisini kocaman bir çukura dönüştürerek mahvolup gidebilir de.
Yine de bütün bunları bildiğimiz halde, her devrimcinin içinde -belki de zor zamanların ihtiyacı olarak- insanın iyiliği ve özündeki o iyiliğin galibiyetinin kaçınılmazlığı üzerine bir ışık hüzmesi vardır. “Hadi bakalım, bir çay demleyip yeniden başlayalım” derken, kendi özgüvenimiz, tarih bilincimiz kadar açıkça itiraf etmediğimiz bir idealizme de tutunuruz.
İşte tam da bu belli belirsiz ışık, son zamanlarda yoğunlaşan karanlık ve bataklık sisi tarafından ciddi şekilde tehdit edilir oldu. Yalnızca bizde değil; öyle bir huyumuz var, bütün kötü işlerin sadece bizde yaşandığını zannederiz ama bütün dünyada yaşanan şeyler bunlar. Geçen yüzyılı kana boyayan simgelerin yeniden hortlayıp güçlenmesi, milyonlarca insanın savrulup geldiği yerlerde bencillik ve düşmanlıkla karşılanması ve daha bir sürü şey…
Kaç gündür “hayvan katliamı” yasasıyla ilgili söylenenleri izliyoruz burada mesela. Tamam, sosyal medya bir ölçü değil, biliyorum ama yine de yüzlerce insanın akıllara sığmaz vahşet tabloları çizmesi, kana susamış cümleler kurması anlaşılır gibi değil. En aklı başında görünen insanların bile “artan popülasyon”dan söz edip “ama bir şeyler yapmak lazım” gibi şeyler söylemesi, kendi konforunu canlı yaşamdan daha üstte tutabiliyor olması, her gün sadece endüstriyel gıdalar, madenler, fosil yakıtlar yüzünden binlerce ‘şehit’ verenlerin sokakta gezen ‘cürmü kendi kadar’ varlıkları hedef tahtasına çakması… “İtlerin hapsini geberteceğiz” diye haykırıyorlar ve korkarım ki yasayla birlikte “yukarısının” yeşil ışığını görenlerin kendi inisiyatifleriyle sokak aralarında gerçekleştirecekleri katliamlara tanık olacağız.
Yalnızca bu değil ama. Bu, mülteci düşmanlığından Alevi düşmanlığına, Kürt nefretinden yoksulları aşağılamaya kadar uzanan bir zincir. Hepsinin de arasında kesişim kümeleri var. Suriyeli yakmak isteyen biri, çoğu kez hayvan öldürmeyi ya da tamamen farklı kategoride görünse de mesela LGBT bireylerini katletmeyi de savunabiliyor, halkın oyuyla seçilmiş insanlara “sarı torba” iması yapabiliyor ve bu çok anlaşılır bir şey. Anlaşılır bir şey, çünkü aynı çürüme ortamından besleniyorlar.
Doğup büyüdüğüm nadide memleketimin bir kasabasında birkaç yıl önce olmuştu, şaşırıp kalmıştım. Yahu tanıyorum adamları, kahveye gitmeye üşenirler, gittiklerinde de eliyle ayağıyla üç sandalyeyi işgal edip kök salarlar; sen tut gecenin bir vaktinde elinde meşalelerle Romanları kovala, git evlerini yak filan…
“Kötülük” kavramı yeterli mi burada, bilmiyorum. İnsanların hayatlarının bütün diğer cepheleri üzerine bilgi sahibi değiliz. Kenan Evren’in kızı bile, onun “çok iyi bir baba” olduğunu söylemişti; bilemiyoruz bunu. Belki ona göre öyledir, çocukken kucağında filan hoplatmıştır, idam kararı imzaladığı gün mesela kızının doğum gününü de unutmamıştır. Bir arkadaşım işkence sırasında bir polisin ‘mesaiye’ ara verip hayırlı evlat olarak annesine yarım saat “çok işi olduğunu, biraz geç geleceğini, merak etmemesi gerektiğini” söylediğini anlatmıştı mesela. Nazım, Münevver’e mektubunda sevmediği bir Fransız yazardan söz ederken, “egoist sinik cenabet herifin biri / her şeyle alay etmiş ömrü boyunca / hiçbir şeyi hiç kimseyi sevmemiş / bir köpeklerle kedileri / ama yalnız kendininkileri” diyor ya, onun gibi bir şey işte.
Bireysel anlamıyla ‘kötülük’ kavramı yetmiyor sonuçta bütün bunları anlamak için; dolayısıyla bireyleri ikna etmeye çabalamak da anlamlı bir iş değil. Netice itibarıyla, kötülüğün bütün boyutları, egemen güç/siyasal iktidar ve onun sosyal-kültürel-ideolojik formatı, yarattığı atmosferle koşullanıyor. Daha önce bir başka vesileyle yazmıştım, ‘linç kitlesi’nin bir gözü her zaman ‘yukarıya’ dönüktür, hâkim gücün ve onun yarattığı atmosferin yaptığı pis işe ne kadar hoşgörülü olacağına bakar. Her adımda orayı kollar. O yüzden hep söyledim, hep söyleyeceğim, Madımak önünde devletin silahından havaya ateşlenmiş bir şarjör, bütün hikâyeyi değiştirebilirdi. Kaç kişi olursa olsun, o kitlenin asıl motivasyonu, yaptıkları şeyin devlet ve siyasal/kültürel atmosfer tarafından onaylanacağı duygusuydu çünkü.
Asıl çözüm, devrimci hareketin ve toplumsal mücadelenin yükseltilerek milyonların düşünme biçimlerinin (hareketin içinde) değiştirilmesinde elbette. Bu, zorlu ve sancılı bir süreç; Marks’ın hep alay ettiği gibi “kötü fikirlerin karşısına iyi fikirleri koymakla” değil, “gerçek hareket içinde” somutlaşabilecek.
Ama korku eksikliği… Pervasızlık… Günümüzün en ağır sorunu. Acı veriyor.
Yaparken, yazarken, konuşurken bir gözü “yukarıda”, yukarının onayında olan ‘kötülük’ güruhunun diğer gözü henüz maalesef bizde, bizim öfkemiz ve cezamızda değil. Yalnızca şiddet araçlarından söz etmiyorum bunu söylerken, ciddiyet ve caydırıcı psikolojik hegemonyadan da söz ediyorum, ki bu, evet, şiddeti de içinde barındırır. Ayağını denk alma eylemi, kuşkusuz kırılmış ayaklarla doğrudan bağlantılıdır.
65 yıllık yaşımı geçtim. Ağır zamanlardan yürüyüp geldim. Çok sevdiğim yoldaşlarımın cenazelerine dokunduğum oldu. Dedim ki yoldur bu, yol böyle yürünür, eyvallah. Ama bütün yaşamımda hiçbir şey, Madımak Oteli merdivenlerindeki o fotoğraf kadar canımı yakmadı, ağırıma gitmedi. Paspas, süpürge sapı, yangın tüpü ve yalnızlık…
Biz bu değiliz. Biz buna mecbur değiliz.