Peder Antuan Ilgıt S.I.*
Türkiye’de mukim Hristiyan cemaatler önümüzdeki günlerde Türkçe’de genel olarak Paskalya Bayramı olarak ifade edilen Kıyam Yortusu’nu idrak edecekler. Esas alınan takvimin Gregoryen ya da Julyen olmasına göre her sene farklı günlere denk gelebilen bu coşkulu kutlama inanan, inanmayan herkesin ilgisine mazhar oluyor Türkiye’de de. Yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan ve Osmanlı döneminde olduğu gibi, bugün de Cumhuriyet dönemi Türk sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel hayatına sayısız katkıları bulunan biz Hristiyan vatandaşlar hakkında normalde yıl boyunca basında çok fazla yazılıp çizilmezken, Fener’deki Ortodoks Ekümenik Patrikhanesi, Kumkapı’daki Ermeni Apostolik Patrikhanesi ve İstiklal Caddesindeki Aziz Antuan Kilisesi başta olmak üzere bazı ibadethanelerimizden Ayin görüntüleri yayınlanır hep bu günlerde.
Paskalya’da İsa Mesih’in ölülerden kıyam edişini kutlayan Hristiyanlar, gelenekler arasında farklılıklar bulunmasına rağmen, genel olarak bu coşkulu güne kırk gün süren bir oruç ve perhiz dönemiyle hazırlanırlar, çok severek yaptıkları, yedikleri, içtikleri şeylerden feragat etmek, böylelikle tasarruf ettiklerini de ihtiyaç sahiplerine bağışlamak, istiğfar edip mağfiret dileyerek İsa’yı çarmıha götüren yolda O’na eşlik etmek suretiyle sürekli uzaklaştıkları Sevgi Yolu’na geri dönmeye gayret ederler. Biz Katoliklerde, ölümün karanlığını temsilen, ışıkları söndürülmüş kilisenin heybetli giriş kapısının önünde yakılan Paskalya ateşinin cemaat üyelerinin ellerindeki mumlarla paylaştırılmasıyla başlayan Paskalya litürjisi, “İsa Dirildi! İsa Dirildi!” diye coşkuyla haykırılan ilahilerle doruk noktasına çıkar. Ayin sırasında sevgi ve barış kucaklaşmaları yapılır, yanaklara, alınlara buseler konulur, ayinin sonunda da herkes birbirine sarılarak umut dolu yeni hayat mesajları verirler.
Güzel Paskalya adetlerinden bir diğeri ise kabir ziyaretleridir. Hem Paskalya’ya hazırlık döneminde hem de sonrasında mezarlıklara koşulur çiçeklerle, belki Yeruşalim’den getirtilmiş hoş kokulu tütsülerle. Rahipler diriliş ümidi içinde ölmüş olan kardeşlerinin kabirleri başında kâh Davut’un Mezmurlarını kâh birbirinden güzel Hristiyan ilahilerini okur ya da söylerler. Bütün bu kabir ziyaretlerine has örf ve adetleri Yahudisi, Sünnisi, Alevisi, Yezidisi tüm kardeşlerimiz de kendilerine has motiflerle benzer hislerle yaşıyorlar topraklarımızda. Ülkemiz aslında öylesine güzel, tüm halklarıyla öylesine ışıltılı bir renk cümbüşü ki, örneğin, Mersin’in Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi olsun tüm ölülerin birlikte istirahat ettiği Akbelen Asrî Mezarlığında, her sene Kurban Bayramı’nda rahipler ve imamlar kardeşçe buluşarak birlikte dua ederler. Uzun yıllardır düzenlenen bu buluşmaya katılan Latin Katolik ve Ortodoks Kilisesi rahipleriyle mezarlık imamları birlikte dualarını eda ettikten sonra kardeşlik mesajları vererek birbirleriyle kucaklaşırlar.
Bir mahalli kilise rahibi olmaktan ziyade akademisyen bir rahip olduğum için çok sık cenaze kaldırmıyorum açıkçası. Ankara’da görev yaptığım yıllarda birkaç Ermeni kardeşimin ve yine ABD’de Boston’un İtalyan mahallesi Little Italy’de çalıştığım yıllarda ise bir düzine Amerikalı İtalyan’ın cenazesini kaldırmıştım. Rahip olmanın tecrübe ettirdiği en derin duygulardan birisi, doğumu ve ölümü, evliliği ve ayrılığı bazen ardı ardına yaşamak zorunda kalmamız. Aynı günde, aynı kilisede birbiri ardına yeni doğan bebeğin vaftizini yapıp, ardından gencecik bir çiftin nikahını kıydığımız, onların neşesine tüm kalbimizle iştirak ederken, öğleden sonra cenaze ayini yapıp mezarlığa gittiğimiz oluyor: “Çocuğunuza hangi ismi verdiniz?” diyerek vaftiz litürjisiyle başladığımız güne, “Yüce Tanrı’nın birleştirdiğini hiç kimse ayırmasın” diye coşkuyla dua ettiğimiz nikah merasimiyle devam ediyor, günü, mezarlıkta “Küller küllere, toprak toprağa” diye ebediyete intikal edenleri toprağa uğurlayarak bitirdiğimiz oluyor hiç mübalağasız.
Dahası, bütün bu merasimlerden sonra itinayla uygulanan ve haliyle biz rahiplerin de katıldığı örf ve adetler var. Mersin Hristiyan cemaatinde, örneğin, bir kişi vefat ettiğinde cenazenin duyurusunu kilisenin rahibi yapıyor cemaate. Acı acı çalan çan sesleri eşliğinde belediye aracığıyla kiliseye getirilen tabut tören yapıldıktan sonra konvoy eşliğinde şehir mezarlığına götürülüyor. Ardından tekrar kilisenin salonuna dönülüyor, kimisi bir gün, kimisi üç gün, orada ve evinde taziye kabul ediyor. Yine kimisi bir, kimisi üç, kimisi tam kırk gün gün sürekli mum yakıyorlar ölenin evinde, ebedi yaşamı simgeleyen, İsa Mesih’in dünyayı aydınlatan ışığına ithafen. Kırkıncı güne kadar dualar ediliyor belli aralıklarla, kırkıncı gün yine kilise, yemek, tatlı ikramları, böyle sürüp gidiyor. Kilisenin taziye salonu olsun, ev olsun hınca hınç doluyor başsağlığına gelen Hristiyan, Müslüman dostlarla. Herkes kucak kucak oluyor, sarılmalar, öpüşmeler, birbirlerine karışan gözyaşları. Türkiye’de, İtalya’da, Lübnan’da, Amerika’da yaşadığım, görev yaptığım her yerde var bu kucaklaşmalar, öpüşmeler; dokunmadan hissettiremiyoruz varlığımızı ve dokundukça insan kılıyoruz birbirimizi.
Malumunuz, hâlihazırda ve tam da Paskalya Arifesi ile Ramazan kapılarımıza dayanmışken tüm bu alışılmışlıkları ansızın hayatımızdan çıkarmak zorunda kaldık Türkiye’de, İtalya’da her yerde. 4 Mart’ta İtalyan hükümeti tarafından yayınlanan kararnamenin üzerinden artık bir aydan fazla zaman geçti ve yaşadığım Napoli’de sürdürdüğüm karantinanın dördüncü haftasını geride bırakmış oldum. Genelde sabah saat 5’te uyanıp, sabah övgüleriyle dua edip, ardından rahip adayı öğrencilerimle Kutsal Ayin kutlayarak başladığım, Fakültede derslerle, akademik toplantılarla yoğun bir ritimle sürdürdüğüm normal bir günü gece yarısı duasıyla tamamladığım alışılagelmiş gündelik hayatım bir anda mazi oldu. Nisan sonunda Bordeaux’da bir hafta sonu vaftiz etmek için söz verdiğim Jean’ın oğlunun vaftizini ajandamdan çıkardım, yine mayısın ilk haftasında İşçi Bayramında Palermo’da kıyacağıma söz verdiğim bir nikahı başka bir bahara ertelettim ve her şeyden acısı sevdiklerimle Türkiye’de kutlamayı arzuladığım Paskalya Yortusu için THY’den aldığım biletlerimi iptal etmek zorunda kaldım. Böyle olunca ne zamandır okumayı arzuladığım ama bir türlü el süremediğim kitapları okumaya, çıktığı günden beri izlemeyi planladığım yönetmenliğini Mehmet Ada Öztekin’in üstlendiği, senaryo süpervizörlüğünü sevgili Özge Efendioğlu’nun yaptığı 7. Koğuştaki Mucize’yi izlemeye fırsat buldum.
Tüm bu anlık uyarlamaların yanında, şimdi ne düşünürsünüz bilmem ama belki biraz daha haber ve yorum takip etmek, korona günlerine daha global bir perspektiften bakabilmek için uzun yıllardır hep kaçındığım Twitter’a giriş bile yaptım. İlk attığım ve haliyle ne like ne de retweet alan mesajlardan birisi ise aynen şu oldu: “Dersleri online sürdürmek, planlanmış vaftiz ve nikahları ertelemek bir yana şu karantina günlerinde en çok cenazelere eşlik edememek sarsıyor biz rahipleri. Nitekim cenazelerdir bizi eninde sonunda insan kılan”. Kullanılabilecek karakter sayısı önce 140 iken ardından 280’e çıkarıldıysa bile nasıl sıkıştırabilir insan korona günlerinin tüm bu şaşkınlıklarını, korkularını ve kaçınılmaz endişelerini kısacık bir mesaja?
Her şey gerçekten nasıl da birden altüst oldu. Aklımın köşesinden geçmezdi kiliselerimizde cenaze merasimi yapamayacağımız bu günleri yaşama ihtimalimiz. Sadece kiliseye değil, hastane morglarının şapellerine, vefat edenlerin evlerine, hatta ve hatta kimi durumlarda mezarlığa dahi gidilemiyor. Virüsün sert bir şekilde vurduğu Bergamo şehir mezarlığı artık tıka basa dolu, toprağa defnetmenin artık mümkün olmadığı yüzlerce tabut yakılmak için İtalyan ordusunun kamyonlarıyla diğer şehirlere naklediliyorlar. Gündelik yaşantısında, tank, asker görmeye alışmamış, dışarıda sadece Barış Gücü bulunduran İtalya’yı derinden yaralıyor bizim yıllardır Türkiye sokaklarında, ekranlarında izlediğimiz cenaze dolu askeri kamyonların ilerleyişini görmek. Nerede görebileceksin son kez başka illere taşınan bu virüs kurbanlarının yüzlerini? Nasıl teselli edeceksin yakınlarını? Nasıl ağlaşacaksın öpüşe öpüşe? O taziye ziyaretleri, yemek ve tatlı ikramları, bir zamanlar olmazsa olmaz dediğimiz her şey bir anda onlarsız da olur oldular.
Elbette, fiziksel olarak ve ritüel anlamda yapmamız gerekenleri arzu ettiğimiz gibi yapamasak da vefat edenler ve yakınları için dua ediyoruz, onları yalnız başımıza kutladığımız ayinlerle anıyoruz, geride kalanları telefonla arayıp teselli ediyoruz ama nasıl da değişti birden her şey, gerçekten çok zor kabullenmek. Dahası, bizler yoğun bakımda ya da izole durumda olan hastalarla temas edemediğimizden, doktor ve hemşirelere düşüyor artık teselli edici son kelimeleri söylemek, bir dua okumak ölüm döşeğindekilerin başucunda, belki de alınlarına başparmaklarıyla bir haç işareti yapmak. Bir nevi din adamı oldular ansızın doktorlar da hemşireler de. Sonuçta, uzun yıllar süren tıp eğitimlerinin ardından, her daim zor şartlarda ifa ettikleri bu kutsal görev, kişisel bakım ve tedavinin yanında, bütünsel bir perspektifle, aynı zamanda manevi boyutu da içeriyor. O halde biz din adamları da bunu gökten bir nimet olarak görmeli, bizlerin görevimizi de üstlenen bu sağlık melekleri için de durup dinlenmeden dua etmeliyiz. Ben ediyorum.
Ne oldu da bu “virüs belası” geldi başımıza? Tanrı’nın gönderdiği bir ceza mı? Herkes, hepimiz soruyoruz hem birbirimize hem kendimize hem de inandığımız Yüce Tanrı’ya. İncil-i Şerif’te, doğuştan bir körle karşılaşan havariler İsa’ya “Rabbî, kim günah işledi de bu adam kör doğdu? Kendisi mi, yoksa annesi babası mı?” diye sorarlar. İsa ise onlara “Ne kendisi ne de annesi babası günah işledi” şeklinde cevap verir (Yuhanna 9:1-3). Tanrı bizim şaşırtıcı bir kolaylıkla düşünme eğiliminde olduğumuz gibi “gaddar” değildir. Bilakis “O, güneşini hem kötülerin hem iyilerin üzerine doğdurur; yağmurunu hem doğruların hem eğrilerin üzerine yağdırır” (Matta 5:45). Kötü olalım, iyi olalım, fark etmez, deprem, sel felaketi ya da koronavirüs mağduru olmak mümkündür. Bize düşen bu felaketler süresince kendimize dersler çıkarmak ve sonrasında da bugünleri hiç yaşanmamışçasına unutmamaktır. Hepimizin umut ettiği üzere, bir gün olur da tekrar “normal” yaşantımıza dönme lütfuna nail olursak açacağımız yeni sayfalara, korona günlerinin gerisinde bıraktığımız sarı sayfalardaki vurdumduymazlığımızı taşımamalıyız.
Ne mi demek istiyorum? Çünkü biz belki pek farkına varmıyorduk ama her birimiz o çok özlediğimiz normal yaşamlarını sürdürürken de kiliseye, camiye, cemevine gidemeden, taziye evlerinde anılmadan, artlarından kavurulan helvaların dumanıyla tütsülenmeden, sözün kısası huzurla ölüp huzurla gömülemeyen onlarca insan oluyordu çevremizde. Üstelik bütün bunlara engel olan da koronavirüs değildi. Ermeni ulusunun Metz Yeghern’inde, Süryanilerin Seyfo’sunda, Zygmunt Bauman’ın modernitenin doğasında olduğunu ifade ettiği Yahudi Holokaust’unda, hatta hiç o kadar uzaklara gitmeye gerek yok, sadece 4-5 sene evvel “cenazelerin günlerce sokakta bekletildiği” söylenen Sur çatışmalarında (bölgedeki olayları incelemeye giden 100 kişilik CHP’li heyetin raporu) ölen ya da Cumartesi Annelerinin halen bir umutla beklediği ama belki de hiç dönmeyecek kaç kurban bir din adamının yönettiği törenle defnedildi ve dahası kaçımız bu canların hikayelerini merak duyup okudu, araştırdı, üzüldü, isyan etti?
Şimdi, örneğin, bu yazıyı yazarken 288 gün evvel başlattığı ölüm orucunun sonunda yitip giden, çocukluğumun gözdelerinden Grup Yorum üyesi, sevgili Helin Bölek’in cenaze töreninde yaşananları da izliyorum bir taraftan. Gerçekten de yaşamakta olduğumuz pandemi ve onu göğüslemek için alınan eksik aksak önlemleri uygulama endişe mi tüm bu karmaşayı yaşatan? Pandemi olmasaydı yaşanmayacak mıydı bütün bunlar?
Evet çok yazılıyor, söyleniyor, salgının yükü altında epeyi ezilen İtalya biraz geç kaldı hareket etmekte ama sonrasında öylesine sıkı önlemler aldı ki, artık on altı bini geçen can kaybının ardından nihayet yoğun bakım ünitesinde kalanların, pozitif vakaların sayısında umut yeşertici bir durağanlaşma görülmeye başladı. Çünkü hiç kimse çıkıp da “Biz büyük ülkeyiz ve büyük olduğumuz için kazanacağız” demedi. Hemen hemen tüm yurttaşlar tarafından sevilen ve takdir edilen, kibar ve mütevazi bir Anayasa Mahkemesi hâkimi olan Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella dokunaklı bir Ulusa Seslenişte durumu şöyle ifade etti: “Acımız ölülerimize yakın olamamanın ve cenazelerini gerektiği biçimde kutlayamadan veda etmenin üzüntüsü ile daha da bir büyüdü. Tarihimizin üzücü bir sayfasını yaşıyoruz. Unutması imkânsız olan görüntüler gördük. Bazı bölgelerde, özellikle de eski nesil, çok yüksek bir bedel ödüyor”. Ardından da İtalyan halkını şöyle yüreklendirdi: “Geleceğe yönelik beklentiler bir kez daha kendi ellerimizde. Geçmişte de zor ve dramatik zamanları göğüsledik. Bir kez daha kesinlikle birlikte başaracağız”.
“Bir kez daha…” “kesinlikle…” ve “birlikte”. Mattarella’nın sözlerinde salgının ciddiyetini saklama endişesi yok, yaşanan acıları görmezden gelmek yok, şu parti, bu lider, şu belediye, bu yardım kuruluşunun topladığı bağışlar diyerek ayrıştırma, kötüleme yok, dini politikaya alet etme gayreti hiç yok. Eğer, gerçekten mütevazi bir yürekle bakıp görmeyi istersek, Türkiye olarak tam da ortasında olduğumuz bu pandemi güzel ülkemizde de yolunda gitmeyen ne kadar çok şeyin olduğunu her geçen dakika gözler önüne seriyor. Bıkıldı artık bütün bu demeçlerden ne yürek ne de kafa kaldırıyor hepsini. İnsanlar sağduyu, güven, birlik, kardeşlik mesajları istiyor. Ne de olsa sadece “mütevazi olanlar yükseltiliyorlar” (Luka 1:51-52). Müzisyen Suavi’nin Twitter’da yazdığı gibi “Hiç kimse hangi ülkeden kaç kişi öldüğünü yazıp çizerek, ölüleri yarıştırarak kendi ülkesine sınıf atlatmaya çalışmamalı. Bu mücadelenin kazananı yok”.
Sözün kısası, biz Hristiyanların Paskalya Yortusunu idrak etmek, İslam aleminin de Ramazan orucuna başlamak üzere olduğu bu korona günlerinde iki farklı düzeyde kendimizi ve yaşamlarımız gözden geçirme fırsatına sahibiz ve bu fırsatı iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Bunlardan ilki kişisel düzeyde: Yaşamlarımızın ortasına, gündelik yaşamımızın merkezine neyi yerleştiriyoruz? Ne için yaşıyoruz ne için harcıyoruz tüm enerjimizi, neden sabah erken kalkıyor, neden koşuşturuyoruz? Nedir çocuklarımıza bırakmak istediğimiz gelecek? Kimi, kimleri, ne kadar çok şeyi seviyoruz, nelere önem veriyoruz? Sanatı, müziği, ezgileri, renkleri, kokuları ne denli çok çekiyoruz derinlerimize? Ne sıklıkla bakıyoruz gökyüzüne? Otizimli Taha Alper Erdem şiddete uğrar, İbrahim Gökçek halen ölüm orucuna devam ederken, korona günlerinde kadınlar evlerinde daha bir dövülür, kimin infaz yasasından yararlanıp yararlanmayacağı tartışılırken, bu haberlerin hangisine takılıp daha güzel bir dünya için bir dua yükseltiyor, dahası bir şeyler yapmaya soyunuyoruz? İkincisi ise toplumsal düzeyde ve bunun yolu da yine ilkinden geçiyor: Hayatlarını, iç dünyalarını gözden geçirip, yenileyen bireyler olmadan toplumlar yeniden yeşeremiyorlar. İşte bu yüzden en büyüklerden tutun hepimizin bu fırsatı değerlendirip bu filizlenmeleri şimdiden yaşaması gerekiyor.
Ancak böyle döneceğiz vaftizlerimize, sünnetlerimize, düğünlerimize, virüs korkusu olmadan cenazelerimizdeki kucaklaşmalarımıza, öpüşmelerimize, ağlamalarımıza. Ancak böyle horonlar, halaylar tepeceğiz omuz omuza, maskesiz. Aksi halde geleceğin kaçınılmaz başka felaketlerini göğüslemek durumunda kaldığımızda yine aynı şeyleri yaşıyor, yazıyor, aynı acılar için ağlıyor bulacağız kendimizi. Oysa her felaketin yarasını daha felaketi göğüslerken yaptığımız hatalardan ders çıkararak sarmaya başlamayı öğrenirsek umut hiç tükenmeyecektir. Korona günlerine rağmen mutlu Paskalyalar, hayırlı Ramazanlar.
Napoli, İtalya, 4 Nisan 2020
Bu yazıda ifade edilen görüşler ve bu görüşlerden doğabilecek sorumluluklar tamamen şahsıma ait olup mensubu olduğum Katolik Kilisesini ve Cizvit Cemaatini hiçbir şekilde bağlamamaktadır.
*Katolik Cizvit Peder, Papalık Güney İtalya Teoloji Fakültesi, Hristiyan Yaşamı Anabilim Dalı, Ahlâk Teolojisi, Biyoetik ve Dinlerarası Diyalog Öğretim Üyesi. Twitter: @ilgitsj