Siyaset, farklı fikir ve çıkarlara sahip kişilerin birbirlerini ikna etmeye yönelik yaptıkları bir faaliyet olarak da tanımlanabilir. Ama kimlikler etrafında bölünmüşlük yaşayan toplumlarda siyasetin bu fonksiyonu etkisiz hale gelir. Çünkü, siyasi pozisyonlar birer ideolojiye dönüşerek farklı fikirlerden çok farklı değerler şekline bürünür ve sonuçta siyaset de bireyler arasında ikna edici bir faaliyet olma anlamını kaybeder. Çünkü değerler, bireylerin benimsedikleri daha çok inanç kategorisinde tercihler olduğundan tarafların uzlaşmaları da mümkün olmaktan çıkar. Bence bu durum aslında demokrasinin de sonudur. Bir diğer deyişle böyle bir toplumda siyaset bir ikna etme sanatı değil taraflar arasında çekişmenin bir biçimi haline gelir. Bu durum artık siyasi grupların birbirlerini “rakip” olmaktan çok “düşman” kategorisinde gördükleri bir duruma tekabül eder ki bunun demokrasiyle bir ilgisi yoktur.
Eğer siyasi partiler arasındaki ilişki bir “savaş” ilişkisine dönüşmüşse bu durumda parlamentonun anlamı nedir?
Doğrusu bu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen sistemi dikkate alarak bu soruyu cevaplamaya kalkarsak, Parlamentoyu, bir siyaset alanı olmaktan çok, muhalefet milletvekillerinin yanısıra Cumhurbaşkanı’nın “vekil” olarak atadığı “milletvekillerinden” oluşan bir savaş alanı olarak niteleyebiliriz. Bir başka ifadeyle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Cumhurbaşkanı ve hükümetinin (asil), yapmak istediklerini “vekillerine” verdikleri talimatlarla (Meclis’te) yürüttüğü bir tür “vekalet savaşına” benzetilebilir. Bu nedenle de muhalefetin siyaset yaparak ikna etmesi gereken siyasi erk Meclis’te değil Saray’da yer almakta ve muhalefet ancak iktidardan aldıkları talimatları yerine getiren “vekil” milletvekilleriyle muhatap olmakta. Bu nedenle de bu Meclis, bildiğimiz anlamda siyasetin oluştuğu bir Meclis değil, adı Meclis olan ve içinde muhalefet partilerinin vekillerinin de yer aldığı ve fakat siyasetin olmadığı bir yerdir.
Daha da ileri gidersek, bugün, parlamentonun aldığı biçimi, bırakın siyasetin olmadığı, siyasetin yapılmasının önlendiği bir yer olarak da tanımlayabiliriz. Çünkü, bugün, siyaset yapmak üzere davranan muhalefet vekilleri, gerek komisyonlarda ve gerekse Genel Kurul’da çoğunluğu ele geçirmiş AKP+MHP iktidarının, işleri siyaset yapmaktan çok Cumhurbaşkanının “vekili” olarak işlev gören milletvekilleriyle karşı karşıyalar. Bir başka ifadeyle muhalefet vekillerinin karşı karşıya geldikleri vekiller siyaset yapan vekiller değil, Cumhurbaşkanından (yani asil’den) aldıkları emirleri otomatik olarak uygulayan “vekil vekiller”dir. (Bunun en ilginç kanıtı da kendi getirdikleri yasalarda bile neredeyse tartışmalara katılmayan, kulislerde zaman geçiren ve oylama yapılacağı zamanlarda koşarak salona gelen vekillerin varlığıdır). O nedenle de, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, siyaseti parlamentonun dışına taşıyan ve bu nedenle de Meclis’i siyasetin yapıldığı bir yer olmaktan çıkaran, siyasetin engellendiği bir yer haline getirmiştir.
Parlamentonun anlamı bu durumda bir savaş alanı olmak bile değildir. Çünkü, savaş, eninde sonunda sonu belirsiz olan bir mücadele anlamına gelir. Oysa buradaki mücadele iktidar açısından bir tür “vekaletçi” bir güç kullanarak yürütülen bir “vekalet savaşı”dır. Doğaldır ki bu durum Parlamentoyu zombi haline getirmiştir. Yani, Parlamento bugün hem vardır ve hem de yoktur. Tabii demokrasi de böylelikle hem vardır ve hem de yoktur.