Ahmet Kaya Kürt Kültür Merkezi’ndeki katliam gündemdeki sıcaklığını koruyor. Katliam birçok boyutuyla ele alınıyor. Katilin Fransız olduğu ve ırkçı saiklerle katliamı gerçekleştirdiği yönünde haberler de dolaşıyor. Velev ki öyle olsun. Katil, katıksız bir ırkçı ve bu motivasyonla katliam yaptı. Bu durumda bizden istenen ne? Katil ırkçıdır, bu katilin kişisel sorunudur ve önünde-arkasında, sağında-solunda bir şey aramayın. Salt tetiği çeken bireye hapsedilmiş bu yaklaşım, tam bir çarpıtmadır. Buradaki amaç, ırkçıyı doğuran ırkçılık ideolojisinin önüne perde çekmektir. Perde, kişisel olanın politik, politik olanın da egemen ideolojiyle doğrudan ilişkisi olduğu gerçeğini örtmek istemektedir. İşte buna kapitalizmin her hakikati, kendi liberalizminde muğlaklaştırması diyoruz. Bu muğlaklaştırma, perdeleme ve çarpıtmayla ideolojik olarak yüzleşmeden katliamlarla gerçek bir hesaplaşma da mümkün olmayacaktır.
Bir katliamın ırksal farklılığın gerekçesi yapılması, kapitalizmin ırk olgusuyla kurduğu ilişkinin kendisiyle doğrudan ilgilidir. Doğal topluluk olarak da tanımlanabilecek ırk, nasıl oldu da hiyerarşi ve düşmanlık üreten bir hale getirildi? Bu soru, bizi hiyerarşi ve düşmanlığın, sınırsız iktidar ve sermaye birikim düzeni olan kapitalizmin işlevsel araçları olduğu gerçeğine doğrudan götürmektedir. Kapitalizm çağında ırk, dışlayıcılık ve üstünlük kuruculuk bağlamında negatif bir kavramdır. Negatiftir diyoruz çünkü kendisini, kendisinden olmayan üzerinden tanımlamakta ve bir yere oturtmaktadır. Artık farklılıklar ve çokluklar arasında kurulan bir egemenlik ilişkisi söz konusudur. Bu üstün ve egemen ırk inşası, kapitalist üretim ilişkilerinin ve onun sürdürülebilirliğinin ihtiyaçlarını karşılamak için en ideal olandır. Şöyle ki, egemen ırk ve diğer ırklar arasındaki ayrım belirgin kılınıp canlı tutuldukça insanlar sınıfsal olarak da farklı konumlanacaklardır. Bu da ırklar arasındaki sınıfsal ilişki kodlarını sabitleyip sömürü ilişkilerini doğallaştıracaktır.
Günümüzde kapitalist sömürü düzeninin en kristalize edilmiş formu olan ulus devletler ile ırklar arasındaki ilişkiyi de bu düzleme oturtmak zorundayız. Sermayenin ihtiyacını duyduğu pazarlar için çizilen sınırlar, o sınırların içine hapsedilen kültürler ve bir kültür kırımı olarak inşa edilen hayali uluslar… Devlet ulusu olarak da adlandırabileceğimiz bu zemin, tek bir ırka dayalı egemenlik inşasının da yükseldiği zemindir. Kurgulanan egemenlik ilişkisinin bir gereği olarak da hakim ırk, kendisini kurucu ulus, savaş ulusu ve tahakküm ulusu adı altında devam ettirmek zorundadır. İşte sömürü düzeninin bu araçlar eliyle meşrulaştırılması, doğallaştırılması, ırk olgusunun ırkçılık ideolojisine dönüşmesinin de bir hikâyesidir. Devletçi politikanın güvenliği, sermaye tekellerinin istikrarı, bu ırkçılık ideolojisine ihtiyaç duymaktadır. O nedenle ulusal onur görünümünde fay hatları sürekli canlı tutulan ırkçılık söz konusudur. Kapitalist haydutluk yasalarıyla ırkçılık ideolojisi arasındaki simbiyotik ilişki görülmeden gerçek katillerin kim olduğu da anlaşılamayacaktır. Hal böyle olunca ulusun çıkarları adı altında seyreden ırkçılık ve ırkçı siyasetler, yerkürede cirit atmaktadırlar. Ancak kollanan ulusun değil, sermayenin çıkarlarıdır ve ulus bu sermaye çıkarlarının meşruiyet aracıdır.
Bu yönüyle ırkçılığı, sömürü düzenini meşrulaştırma ideolojisi olarak tanımlamak mümkündür. Yanı sıra sınırsız kâr hırsı ve sermaye birikimi düzeninin yarattığı baskı, şiddet, savaş ve küresel iklim krizi gerçeği, milyonları zorunlu göç yollarına dökmektedir. Göçmen ya da mülteci olmak zorunda bırakıldığı ülkelerde “yerli” veya “beyaz” olmamasıysa katledilmesi için yeterli bir sebep olagelir. Hatta yer yer kimi katliamlar, beyazlar dünyasında yok hükmündedir. Son olarak en çarpıcı örneklerden birisi Katar’da yaşandı. Dünya kupasının oynanacağı stadyum inşaatlarında binlerce göçmen işçi katledildi. “Uygar insanlık” ise çağın arenalarının sakinleriyle birlikte göçmen işçilerin altında gömülü olduğu çimlerin üzerinde histerik ayinler yaptı. Ve çimlerin üstündeki sermaye kardeşliği, altındaki ölü bedenleri görünmez kıldı. İşte göçmen ve mülteci halklara yönelik katliamların arkasında da bu sermaye ittifakına dayalı sömürü düzeni vardır.
Buradan hareketle kapitalizmi hakikatle ilişkisi bağlamında bir sapma sistemi olarak değerlendirmek kaçınılmaz. Irkçılık gibi kendi icadı olan bir ideolojiyi bireyle sınırlandırarak suçlarını gizlemeye çalışmaktadır. Suç ve ceza kavramlarını, bireye dayalı biçimsel adalet anlayışıyla ele alarak sistemini olağanlaştırmaktadır. Ayrıca bireysel hakların yılmaz savunuculuğu görüntüsü altında, halkların kolektif haklarının inkârcılığında ısrar da etmektedir. Bu kimliği itibariyle de özel olarak, Kürt statüsüzlüğünün ve statüsüzlük sonucunda ortaya çıkan diasporadaki Kürt katliamcılığının da baş sorumlusudur. Sonuç olarak Paris katliamının gerçek faili, tetiği çeken ırkçı değil; ırkçılığı kitlelere bir egemenlik ideolojisi olarak içkin kılan kapitalizm ve onun siyasal yönetim modelidir. Ve Paris katliamıyla bir kez daha kapitalizm ve ulus devletçi sistem suçüstü yakalanmıştır.