Ya o tuğlayı çekip Berlin Duvarı’nı alaşağı edip, ülkenin doğusu ve batısını birleştireceğiz veya duvarın üzerine insan cenazelerinden yeni tuğlalar ekleyen bu cinnet halini ülke talihine dönüştürmek isteyen Deniz Poyraz’ın katili Onur Gencer barbarlığına teslim olacağız
Eren Baskın
Paris Düşerken, 2. Dünya Savaşı yıllarında Paris’te meydana gelen Nazi işgalini anlatan ve İlya Ehrenburg’un kaleme aldığı kitaptır. Bu kitabında Ehrenburg, Nazilerin adım adım Paris’in sokaklarını işgal ettiği esnada Paris ahalisinin içinde bulunduğu durumu ve ahvalini ele aldığı edebi metindir. Ehrenburg bu metninde, bir taraftan Halk Cephesi’nin işgaline karşı amansız mücadelesini ele almaktadır. Diğer taraftan da siyaset ve burjuva elitlerinin Nazi işgalcileri ile girdiği ilişki şekillerini ele almakta ve düşmekte olan bir kentin içine düştüğü siyasi, ahlaki ve ekonomik çöküntülerden bahsetmektedir.
Bütün bu manzaranın içinde parçalı bir görüntü içinde olan Paris halkı, işgal altında küçük düşürülmekte ve hatta inlemektedir. Bir taraftan devletin elitleri kendi mallarını ve canlarını düşünüp zevk u sefa sürerken, bir diğer taraftan Paris’in sokaklarında adım adım ilerleyen Nazi işgal kuvvetleri Paris’in sıradan ve sivil insanlarının canına kast etmeye devam etmektedir. Buradan bakınca son günlerden olup bitenler, AKP’nin ve AKP etrafında kümelenmiş olan dar çıkar gruplarının içinde yer aldığı rant ve ihale hırsı, İhya Ehrenburg’un Paris Düşerken kitabında geçen tarihi anektodların hepimizin gözleri önünde yeniden yaşandığını düşündürüyor.
*
Meşhur ve bilindik bir şeydir; zamanın bir yerinde bir Kürt, muktedirlerin gözleri önünde veya gözetiminde öldürülmüşse, o ölüm ya faili meçhul veya provokasyon olarak resmi kayıtlara eklenir. Ve halk yığınlarınca böyle bilinmesi istenir. “Bari Kürt, öldüğünde Kürt olarak anılsın!” diye hayıflanmak da cabası olarak kalıyor geriye tabii. Nitekim Kürt’ün yaşamı kadar, ölümü de politiktir. Bu nedenledir ki, iktidarların politikalarının doğrudan bir sonucu olarak canından edilmiş bir Kürt’ün ölümü de tıpkı yaşamı gibi politik manalarla bezeli ve örülüdür. Bu yüzden mevcut ahval şerait içinde meydana gelen her Kürt ölümü, asla tek başına bir bireyin münferit bir ölümü değildir.
*
Freud, kitlelerden müteşekkil olan toplumu dost-düşman algısı üzerinden galeyana getirerek, siyasal sermaye elde etmeye çalışan iktidarlar için “insan yığını kışkırtıcıları” kavramını kullanır. İnsan yığını kışkırtıcıları: Bir yerlerde bekleyip, en karanlık ve beklenmedik bir anda, farklı yüzlerde, farklı isimlerde; ama hep aynı amaçla yerin altından gün yüzüne çıkar ve karanlığı daha da karanlık bir hale getirmek için Deniz Poyraz’ı vurur. Veya çıkar, Deniz Poyraz’ı vuranları değil, Deniz Poyraz’ın kendisini hedef alır. 90’lı yıllardaki kolluk güçleri marifetiyle işlenmiş cinayetler tanımlanırken, buz gibi bir söylemle Mehmet Ağar tarafından ifade edilen “bir tuğla çekersek, bütün duvar yıkılır” dediği o duvara, koca bir tuğla daha eklenmiş böylece… Ölen ve öldürülen her Kürt, Mehmet Ağar’ın bahsettiği ve çökmesi halinde meydana gelen korkunç cinayetlerin aydınlanması manasına gelecek o utanç duvarının birer tuğlası olarak görüldüğü müddetçe, hakiki bir yüzleşmenin mümkünatı asla olamayacaktır.
Deniz Poyraz, bedeninde 5 kurşunla morgda olduğu saatlerde, onun ölerek provokasyona mahal verdiği tartışması ana akım Türk medyasının hali pür melaliydi. Deniz Poyraz’a kıyan siyasal ve toplumsal cinnet ortamı tartışılmıyordu. Deniz’in cenazesi hala sıcak ve yerdeyken, onun bedenine sıkılan 5 kurşunun barbarlığı ve vahşeti değil, bu ölümün bizatihi kendisinin bir provokasyon olduğu ve bu cinayetin siyaset sahnesinde en çok kimin lehine olacağı konuşuldu. Tam o esnada Mehmet Ağar’ın o meşhur duvarı daha da sağlamlaşmakta ve tuğlaların arasında harç niyetine Deniz’in kanı da akıtılmaktaydı. Zira her şey o vahşet duvarı yıkılmasın diyedir. Çünkü her şey o duvardan bir tane tuğla çekilip, faili meçhul ölülerin diyarından bir haber getirmesin diyeydi.
Deniz Poyraz’ın katil zanlısına babacan bir tavır ve ses tonuyla “adın ne abicim?” diye hitap eden polis şefi, ölüm siyaseti üzerine bina edilmiş olan o duvara yeni ve korkunç bir tuğla eklediğinin fakrında mıdır, bilemem. Ama bunun tam karşısında da toplumun geçmişiyle yüzleşerek iyileşebileceğine inanan ve bunun mücadelesini veren insanlar da hâlâ var. İyi ki de varlar!
Peki bütün bu ahval şerait içinde bizlere, yani geçmişle yüzleşip ortak bir iyilik halinde toplumu bir araya getirmeyi hayal edenlerin ahlaki sermayesi nedir? Meselenin asıl önemli ve asıl boyutu da tam olarak budur.
Ya o tuğlayı çekip Berlin Duvarı’nı alaşağı edip, ülkenin doğusu ve batısını birleştireceğiz veya duvarın üzerine insan cenazelerinden yeni tuğlalar ekleyen bu cinnet halini ülke talihine dönüştürmek isteyen Deniz Poyraz’ın katili Onur Gencer barbarlığına teslim olacağız. Ve böylece o utanç duvarına taşınan tuğlalarla yaşamaya devam edeceğiz. Burada her şey gayet şeffaf ve net; ya mazlumiyeti temsil eden Deniz Poyraz’dan yana olacaksınız veya onu soğukkanlılıkla, planlı bir şekilde katledip “bir daha olsa, bir daha yaparım” diyen Onur Gencer’den yana olacaksınız. Her şey bu kadar ortada…
Ama; ilmek ilmek dokunan bu vahşet duvarının tuğlaları birer can, etten ve kemikten birer can olduğunu unutmayın… Ve bu canların konuştuğu dile ve siyasal fikirlerine göre tavır alıyorsanız, bu cinayetlere aleni veya zımni ortaklık ediyorsunuz demektir. Barbarca işlenen bu cinayetlere ortak olmayın! Rıza göstermeyin, tel’in edin…
Paris düşerken, Nazizmin bütün ceremesini yoksul köylüler ve işçiler çekmişti. AKP düşerken, olan yoksullara ve Deniz Poyraz’lara olmamalı. Bu yüzden bizlere, hepimize düşen şey; ölüm siyasetinin karşısına yaşam siyasetini dikmek olacaktır.