Yine bir katliam yine Paris’te ve yine Kürtlere yönelik ‘hususi’ bir saldırı. Planlayıcıları ve sevk edicileri, 9 Ocak 2013’te katledilen Sakine Cansız ve iki kadın yoldaşını öldürenlerle aynı mihraktan. Paris’te Ahmet Kaya KM ve yandaki Kürt esnaflara yapılan hususi saldırı, ırkçılığı tescilli bir katil tarafından işlenmiş olsa dahi katilin oraya gelişi, Kürt toplumunun buluşma noktalarını özel olarak bilmesi ve hedeflemesi tesadüf olarak görülemez. Tesadüfe bakın ki Rojava’da IŞİD’e karşı savaşta simge bir ismi, kadın devriminin savaşçı bir kadın komutanı, Evin Goyi, doğrudan hedef alınarak öldürülüyor. Daha önce de Paris’te 3 kadın yurtsever devrimci katledilmiş ve olayın üzeri örtülmeye çalışılmıştı. Her iki olayın Paris’te gerçekleşmesine rağmen verdiği mesajlar ve içerdiği sonuçlar bambaşkadır. 2013 yılında müzakere sürecinde masaya güçlü gelecek biçimde PKK’nin iradesini kırmak, bu mümkün değilse hareketi belli bir çizgiye çekmek için verilmiş bir mesajdı. Bugünkü saldırı doğrudan bir halkın örgütlülüğünü yok etmeye ve onun yaşamına, varlığına da yönelen topyekûn bir imha siyasetinin yansımasıdır. Bu saldırıyı içinde bulunulan kriz ve savaş koşullarından ve Fransa dahil emperyalistlerin bölgemizdeki sömürgeci ülkelerle ilişkisinden bağımsız değerlendiremeyiz.
Fransa, silah antlaşmaları ile bölgemizdeki sömürgeci devletleri teknik olarak desteklerken kendi sermayesini de büyütür. Türkiye’nin Rojava, Başur Kürdistan’ındaki işgalci savaşında en önemli silah tedarikçilerinden birisidir. Bu doğrudan bağlantının yanında dolaylı olarak bu emperyalist merkezlerdeki burjuva partiler (Fransa’da M.Le Pen, İtalya’da Meloni vd.) mültecilere düşmanlık ile kendi emekçilerini zehirleyen, ırkçılık ve şovenizmi körükleyen faşist politika içindeler. Dünyadaki ırkçı kitle katliamlarının kaynağında bu aynı ideolojik teşvik var. 2008 ekonomik krizinden bu yana kapitalizm bir varoluş krizi yaşamakta ve artık kriz çözülemez duruma gelmiştir. Kriz derinleştikçe ekolojik yıkım, savaşlar, mültecilik hızla artıyor. Artık dünya, yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği bir yer. Mücadele her bakımdan keskinleşiyor. Durumlar hızla bir ayaklanma ya da savaşa evriliyor. Tam da Paris’teki katliam böyle bir ayaklanmaya dönüştü, ezilenlerin şiddetiyle doruk noktasına çıktı.
Fransa’da Kürt halkına dönük gerçekleşen hususi saldırının karşısında tüm Paris ve çevresinde ortaya çıkan ayaklanma iki temel olgunun politik yansıması oldu. Ezilen göçmenler kendi yaşamlarına ve geleceğine sahip çıkmak için sokağa çıktı. Son derece meşru eylemlerle ırkçı katliama karşı gücünü gösterdi. Katliamın suç ortaklarını teşhir etti. Kürt diasporası, Türkiyeli ezilen göçmenlerin antifaşist kesimleri ve Avrupalı antifaşist güçler tüm Avrupa çapında bu katliamcı saldırıya anlamlı bir tavır aldı. Ezilenlerin birleşik politik mücadelesi barikat ve sokak çatışmalarıyla karakterize olurken emperyalistlerin ırkçı politikalarına en anlamlı yanıtlardan biri verildi. Fransa ve Avrupa’daki Kürt politik diasporası ve ezilen göçmen hareketi bu eylemiyle aynı zamanda emperyalistlerin savaş ortaklığına, Kürt halkının özgürlük mücadelesi düşmanlığına, emperyalist Fransa’nın ikiyüzlü politikalarına da cevap verdi. Bu bakımdan bir yandan kendi yaşamına, geleceğine sahip çıkarken diğer yandan da emperyalist ya da sömürgeci burjuvazinin ırkçı-şovenist ve mülteci düşmanı politikalarına da cepheden yanıt verildi.
Türkiye’de ise şovenizm ve ırkçılığın Kürtlere düşmanlık zemininde ontolojik bir ekseni var. Burjuva egemenler, Kürt sorununu rejiminin beka sorunu olarak görür. Bu nedenle Kürtlerin herhangi bir statü ya da kolektif haklar elde etmesinin önüne geçmek için her türden gerici ittifaka, riyakâr siyasete girer. Ölsek de görüşmeyiz dediği İsrail ile masaya oturur, düşman ilan ettiği Esad rejimine el açar, Mısır diktatörü ile dün söylediğinin tersini yaparak ortaklaşır. Bu bir devlet geleneğidir. Devletin başına hangi ittifaktan burjuva/faşist ittifak geçerse geçsin ve dünyanın neresinde olursa olsun Türk burjuva devleti, Kürtlerin statü elde etmesinin önüne geçmeyi temel görev olarak önüne koyuyor. İşte en tipik ve somut örnek, 6’lı masanın açıkladığı sözde demokratik hedefler risalesinde tek bir cümlede bile Kürtler yok. Her cepheden Kürtlere topyekûn savaş açan faşist rejim Kürtlerin örgütlülüğünün önüne geçmek için DBP eşbaşkanı dahil birçok yurtseveri gözaltına aldı ve tutukladı. Sadece politik, ideolojik olarak da değil, Kürtlerin yaşam hakkını ortadan kaldırmaya dönük bir saldırı olan Roboski katliamı hala önümüzde. Topyekûn saldırı uluslararası düzeyde de yürütülüyor. Norveç’te Kürtçe TV yayını yapmasına, Paris’te kültür-yaşam merkezi kurmasına vb. karşı yok etme saldırısını sürdürüyor.
İster Fransa’daki katliamlarda, isterse coğrafyamızdaki sömürgeci inkâr-imha politikasında olsun, bütün bu topyekûn saldırı karşısında nasıl bir mücadele, nasıl bir örgütlenme sorusu kendini ortaya koyar. Artık dünyada hiçbir şeyin birbirinden uzak kalamayacağı bir yerde emperyalizmle mücadele ile sömürgeci inkâr ve asimilasyona karşı mücadeleyi birleştirmek gerekir ki Paris’teki ayaklanma bunu somut pratiğiyle gösterdi. Irkçılığa, sömürgeciliğe, inkâr ve asimilasyona karşı halkların eşitliği ve birliği mücadelesini büyütmek görevi vardır. Ezilenlerin kendi geleceğini/yaşamını güvenceleyecek en temel halka enternasyonal örgütlenmenin yeni dinamikleriyle ve her türden mücadele araç-biçimleriyle oluşturulması gerekir. Paris’teki ayaklanmanın bu bakımdan öğretici sonuçları oldu. Coğrafyamızda ise görev çok daha somut ve açıktır. Başta Kürtler olmak üzere politik özgürlük mücadelesi veren ezilenlerin mücadelesini büyütmek ve faşizme karşı emekçileri/ezilenlerin antifaşist örgütlenmesini yaratmaktır. Bugün bakımından temel halka ezilenlerin-emekçilerin 3. cephesinin varlığına ve var oluşana yaslanmak, bunun pratiğini geliştirmektir. Bunun dışındaki her çaba beyhude ve egemenlerin kanalına su taşımak, Ankara’nın kirli duvarları arasında çürümeye mahkûm geçici sonuçlar ve durumlar dışında bir sonuç yaratmadı, yaratamaz.