Kısa vadeyle de olsa Türkiye’ye sermaye girişi görüldü. ‘Tek adam rejimi’ uluslararası finans çevrelerince de finanse edildi
Seçim öncesi döviz kurlarındaki tırmanış ile kendini gösteren ve emekçilerin gündelik yaşamında gitgide daha da hissedilir bir hale gelen ekonomik kötü gidiş, seçimlerden sonra da 2003’ten itibaren en yüksek seviyesine ulaşan enflasyon ile gündeme geldi. Ana akım iktisatçıların Türkiye’nin hukuka ve demokrasiye uygun olmayan yönetimine vurgu yaparak açıkladıkları bu durum, aslında yapısal birtakım unsurların sonucu. Pazartesi Söyleşileri’nin bu haftaki konuğu Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nden ihraç edilen Barış Akademisyeni Ali Rıza Güngen. Güngen’le Türkiye’nin ekonomik gidişatını, bunun olası sonuçlarını ve AKP’nin ekonomi-politik arka planını konuştuk.
Burjuva iktisatçılar, Türkiye’nin ekonomik sorunlarının kökeninde gitgide demokrasiden uzaklaşılması ve kötü yönetilen dış politika olduğunu söylüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Tek adam rejimi gerçekten uluslararası ekonomik çevreleri rahatsız ediyor mu? Söz konusu düşünce demokrasiden uzaklaşıldığında, piyasaya müdahalelerin daha sık görülmesi ya da bağımsız kurum ve kurulların baskı altına alınması nedeniyle piyasanın düzgün işleyemeyeceği değerlendiriliyor. Çok sorunlu, piyasayı kendinden menkul gören bir düşünce. Tasarruf oranları düşük, ara malı ithalatına bağımlı, açık veren ve sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ülkede ancak dışarıdan giriş gerçekleştiğinde yüksek büyüme kaydedilebilir. Bu kredinin nasıl kullanıldığı ödenip ödenmeyeceğinin de işaretidir. Sorunu tek adam rejimine bağlarsanız, Türkiye’nin son otuz yıldır, her beş-yedi yılda bir nasıl ve neden krizlere savrulduğunu anlayamazsınız. Tek adam rejimi uluslararası ekonomik çevreleri öngörülebilirlik ortadan kalkınca rahatsız ediyor. Merkez Bankası’nın bağımsızlığının sona ereceğine dair bir açıklama, örneğin sert bir çalkantı yaratabiliyor. Ancak “tek adam” uluslararası finansa bağlılıktan şaşmazsa, rejimin kendisi daha az sorunlu görülüyor. Demokratikleşme ile sermaye girişleri arasındaki bağın Türkiye’deki iktisatçıların göstermek istediği gibi gerçekleşmediği son yıllarda görüldü. Daha kısa vadeyle ve her an çıkabilecek şekilde de olsa Türkiye’ye sermaye girişi görüldü. “Tek adam rejimi” uluslararası finans çevrelerince de finanse edildi. En azından bugüne kadar.
2008 ekonomik kriziyle bugün Türkiye’de yaşananlar arasına bir bağ var mı?
2008 ekonomik krizinin yarattığı tahribatı hafifletmek için merkez ülkelerde alınan önlemler nedeniyle Türkiye ekonomisine 2010-11’de yüksek sermaye girişleri gerçekleşti ve kredi öncülüğünde büyümeyle ekonomi hızla toparlandı. Bilindiği üzere aralarında Türkiye’nin de olduğu ülkeler 2008 krizi sonrasında bu dolar bolluğundan yararlandılar. 2015 sonundan itibaren başlayan FED faiz artışları ise işleri değiştiriyor. Türkiye’de faizlerin yükselmesinin nedeni OHAL altında daha riskli bir ülke görünümü sergilenmesi olduğu kadar FED’in faiz artışları ve finans sermayenin tekrar merkeze çağrılması. 2018 bahar aylarındaki çalkantı çok sayıda ülkeyi etkiledi. Türkiye iktidar partisi temsilcilerinin açıklamaları, beceriksizlikleri ve Türkiye ekonomisindeki borç göstergeleri nedeniyle daha fazla etkilendi. Ancak altta yatan temel nedenlerden birisi 2008 krizi sonrasında ilk yıllarda görülen dolar bolluğunun sona ermesi.
Ekonomideki bu gidişatın sebebi, sadece AKP iktidarının kısa erimli politik kararları mı? Yoksa yapısal bir sorundan bahsedebilir miyiz?
Değinmeye çalıştığım üzere yapısal bir sorun var. Türkiye ekonomisin rekabet gücü aşınmış durumda. Darbe girişimi sonrasında ve 2017 referandumuna giderken uygulanan politikalar ekonomik sorunları erteledi ve ağırlaştırdı. O dönemde kamu harcamalarının artırılması, vergi indirimleri, işverenlerin maliyetinin bir kısmının devlet tarafından üstlenildiği istihdam kampanyaları ve kredi genişlemesini sürdürmek için yapılan müdahaleleri gördük. 2018 seçimlerine giderken de benzer bir “erteleme” mantığı devreye girdi. Borçlanma limiti 2017’de aşıldı, askeri harcamalar arttı. Süper teşvik politikaları tasarlandı, tepkiyi azaltmak için akaryakıt vergisinin bir kısmından vazgeçilerek benzinin litre fiyatındaki artış dizginlendi. Bütün bu önlemler Türkiye’de rejim biçimi değişikliği süresince darboğazları atlatma çabasıyla yapıldı. Yapısal sorun dışa ve sermaye girişine bağımlı bir açık ekonomisine sahip olmak. Bu soruna meyyal düzlemde AKP’nin önlemlerinin soruna katkı sunduğunu, gidişatı biçimlendirdiğini söyleyebiliriz.
Enflasyon yıllık 15,36 rakamıyla 2003’ten itibaren en yüksek seviyesine ulaştı. Bunun nedeni nedir? Enflasyonun önümüzdeki dönemde nasıl bir seyir izlemesini öngörüyorsunuz?
Türkiye’de eleştirel iktisatçıların yanı sıra ana akımda yer alanların da tespit ettiği üzere yüksek finansman ihtiyacı enflasyonu azdırıyor. Türk Lirası varlıklardan bu konjonktürde çıkış Lira’nın değerinin azalmasını getirdiği kadar firmalar için önemli bir maliyet artışı anlamına geliyor. Üretim maliyetleri bir süre gecikmeyle piyasaya yansıyor, fiyatlar artıyor. Enflasyon artarken faizler de geri durmuyor. Finansman sorunu bu koşullar altında daha da ağırlaşıyor. Döviz-faiz kıskacı altında kurun enflasyona önemli bir etkisi var. Buna Türkiye’nin gıda fiyatlarını kontrol altında tutabilmek için gerekli planlamayı yapmamış olmasını da ekleyelim. Enflasyonun önümüzdeki aylarda birkaç puan daha artması beklenmeli. Sonrası ise hükümetin ne yapacağına ve küresel iktisadi gelişmelere bağlı. Ancak hızlı bir düşüş görmek pek olası değil.
Merkez Bankası’nın faiz artırımlarına rağmen dövizde ciddi oranda bir düşüş olmamasının sebebi nedir?
Türkiye’nin 240 milyar dolar civarında yıllık finansman ihtiyacı var. Bu rakam cari açığın finansmanı için gerekli rakamla ve özel sektörün ve kamunun vadesi bir yıl içinde gelen borçlarının toplamı. Merkez kapitalist ülkelerde faizler kıpırdamışken, Türkiye’de ekonomik aktörlerin ihtiyacı olan paranın girmesi ancak yüksek faizle olabiliyor. İçeride ekonomiyi boğmamak için faizi sınırlı bir şekilde artırma planı başarısızlığa uğradı. Hem faiz, hem kur yükseldi. Gösterge faizin yüzde 20’ye dayandığı ve Merkez Bankası’nın bankaları fonlama maliyetinin yüzde 17’nin de üzerine çıktığı bir dönemdeyiz. Tahribat kısa sürede giderilemez. Dış finansman ihtiyacı yüksek olduğu için dövizde bir düşüş görmüyoruz. Ancak ilerleyen aylarda kısmi ve geçici bir düşüş olabilir.
Bu süreçte ciddi bir kemer sıkma politikasına geçileceğini düşünüyor musunuz? Bu politika neleri içerecektir?
Parçalı bir kemer sıkma politikası göreceğiz. Kamu harcamalarını kontrol altına almaya çalışacaklar, dolaylı vergileri artıracak yeni düzenlemeler görmemiz olası. Şimdiden de başladı zaten. Ancak bu parçalı kemer sıkmanın, IMF tarafından önerilmiş kıdem tazminatının düzenlenmesi ve emek piyasasında esnekliğin tam anlamıyla yerleşmesi gibi önlemlere hemen uzanması zor. Sonbahardan itibaren reformlar gündeme gelecek olsa da hükümetin öncelikli sorunu dış finansman ihtiyacını karşılamak, sermaye girişleri sayesinde dövizin Ağustos ve Eylül’de bir kez daha fırlamasını engellemek ve son birkaç yıldır yüzdürülen şirketler üzerinden bir kâr-zarar hesabı yapmak. Kemer sıkmanın parçalı gerçekleşecek olmasının bir nedeni de yerel seçimlerin son derece yakın olması ve Cumhurbaşkanı’nın partisinin büyük kentlerdeki kayıplarının bir meşruiyet sorununu tetikleyecek olması. AKPMHP koalisyonu referanduma göre mevzi kazandı, ancak yerel seçimlerde büyük kentlerde bugünün muhalefetine doğru bir yönelim iktidarın sonraki dönemini zorlaştırır.
Emekçiler, ücretlerinin erimesine ve krizin faturasının kendilerine ödetilmesine karşı nasıl bir mücadele örebilir? Sendikaların talepleri neler olmalıdır?
Mücadele koşulları çok zor, her fırsatı değerlendirmek ve sürekli kendimizi örgütlememiz gerekecek. Sendikaların planlı ve uzun erimli kampanyalar örgütlemesinin halen faydalı olabileceğini düşünüyorum. Sendikal haklar önündeki engellerin kaldırılması, grev erteleme yetkisinin ortadan kaldırılması ve sendikal mücadeleyle ilgili yasal prosedürlerde sadeleşme ile işçilerin kredi borçlarına dönük bir düzenleme ve yapılandırma hedefli kampanyalar bizleri diri tutacaktır. Sendika kurullarının şirket iflasları halinde işçiler için ve onlar adına nasıl bir müdahalede bulunacaklarına dönük hukuki ve siyasi bir çalışma yürütmelerinde fayda var. Adaletsizliklerin teşhirini de yılmadan sürdürmek gerekli.
AKP’nin yapısını düşük faiz, rant ve otoriterlik olarak özetliyorsunuz. AKP’nin arkasında nasıl bir ekonomi politik yapı var?
AKP koalisyonunun çimentosunu düşük faiz, harcını kent ve ihale rantları, sıvasını ise otoriterlik olarak tarif ediyorum. Kredi öncülüğünde büyüme AKP’nin beslediği sermaye grupları ve küçük ölçekli sermaye ile uluslararasılaşmış büyük sermaye arasındaki gerilimleri hafifletiyor. Ortada birbirlerinden haz etmeyen ancak birbirleriyle iş yaparak daha da borçlandırılmış geniş kitleleri işe koşabilen bir blok var. Zarar eden küçük ve orta ölçekli binlerce zombi şirket kurtarılırken, büyük sermaye bunun kendi şirketleri için yarattığı riski yönetmeye uğraşıyor. Onların tercihleri AKP’yi ağır biçimde eleştirmek değil de zombi şirketlerin iflasını getirebilecek politikaları detaylandırmak oluyor. Bir IMF programı ya da anti-enflasyonist bir program ile kendi pozisyonlarını hegemonik kılmaya uğraşıyorlar. Geniş blok kredi ve rant önceliğinde yüksek büyümeye dayanıyor, itiraz edeni düşmanlaştıran ve temel hakları askıya alan, sadece sermayeye hesap veren bir otoriterliğe. Bu düzene “yatırımcı demokrasisi” de diyorum. Fakat ekonomideki sorunlar mevcut blokun bir arada kalmasını zorlaştırıyor. Önümüzdeki dönemde gerginliklerin biraz daha açıktan dillendirileceğini düşünüyorum. Ancak çatlakları sıvayabileceklerinden emin değilim.