Gitgide genişleyen girdapta hiç durmadan dönülür,
Şahin işitemez şahinciyi
Her şey dağılıp parçalanır; merkez artık tutamaz,
Yalnız anarşi salınır dünyanın üzerine
Bugün Afrika romanının en önemli ismi kabul edilen Chinua Achebe’nin en ünlü ve “Afrika Üçlemesi” denilen serinin de ilk kitabı olan ‘Parçalanma’, adını William Butler Yeats’in giriş kısmına aldığım “İkinci Geliş” adlı şiirinde geçen kelimeden alır.
Aslında bu kitabın ayrıntıları ve tartışmasına geçmeden önce, bahsetmem gereken bir film var. Zira üçlemenin ilk ve en önemli kısmını oluşturan ‘Parçalanma’ romanının adeta görsel halini veren, bizi kitabın zihin dünyasına/kodlarına yaklaştıracak çok önemli bir yapım bu. Hikayesi ve yönetmeni de zaten aynı coğrafyadan, aynı dertten çıkma.
Afrika kıtasındaki edebiyat için Achebe ne ise Osman Sembene de sinema cephesini dolduruyor.
Kendisi de edebiyatçı olan Senegalli Sembene, ülkesindeki sömürgeci uygulamaları anlatmak için canla başla yazmaktadır, fakat yazdığı kitlenin genel olarak okuma yazması yoktur. Bu krizi aşmak için 40 yaşından sonra kalkıp Moskova’ya gider ve sinema eğitimi alır iki yıl kadar. Çünkü Sembene’ye göre edebiyatın yapamadığını ‘görüntü’ yapacaktır.
Sayısız film çeker ve amacına ulaşır. Öyle ki Fransa’nın ülkesinde yarattığı sömürgeciliği teşhir ettikçe Fransa onun filmlerine savaş açmaya başlar.
Sembene sinemasının bence en önemli filmi, aynı zamanda son filmi olan “Moolaade”tır. (2004)
Cannes başta olmak üzere birçok yerde ödüle boğulur.
Kadın sünnetini odağa alan, sahra altında bir köydeki kabilenin yaşamı etrafında gelenek ve modernizm çatışmasından ve anti-sömürgeci refleksten kaçmayan, kültürel tüm olay ve olguları tartışırken özneyi kadın olarak kadraja sokan ve onun direnişine selam veren bu film, tam da Achebe’nin kurguladığı dünya ile örtüşüyor.
Achebe’ye geri dönersek; kendisi 1930’da Doğu Nijerya, Ogidi yakınlarında doğar. Doktor olmak isterken soluğu edebiyatta alır. İngiltere’de okuduktan sonra soluğu kendi ülkesinin ücra köşelerinde eğitmenlik yapmakta bulur. Bu süreçler onun açısından yoğun içsel çatışma ve gözlem yıllarına dönüşür.
İlk ve en önemli eseri olan, 1958 yılında yazılan ve dünyada elliden fazla dile çevrilen Parçalanma’nın birden çok yazılma sebebi var.
Yazarın ilk motivasyonu Avrupalı yazarların çarpık Afrika tasvir ve algılarıdır.
Ki Achebe serinin ikinci kitabı olan “Artık Huzur Yok”ta, doğrudan Conrad adını anar.
Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” (1902) ve Joyce Cary’nin “Bay Johnson”’ı (1939), doğrudan karşına aldığı ve eleştirdiği kitaplardır. Çünkü bu çalışmalar Afrikalıları kaba, korku öğesinden öteye gidemeyen, hayvansı, geri kalmış tek boyutlu bir yerden ele alıyor.
Yani Achebe, kendi hikayesini kendisi yazan, kendi tasvirini kendisi yapmak isteyen, kendine dair sözün kendisinden duyulmasını isteyen bir yerden bakıyor.
Ki Nijerya şahsında Afrika’ya olan bu tür yaklaşımları ırkçı bulduğunu söylemeye gerek yok.
Bir diğer önemli sebep, bir röportajında ifade ettiği üzere “toplumumun kendine olan inancını yeniden kazanmasına ve yıllarca süren aşağılama ve kendini alçaltma komplekslerinden kurtulmasına yardımcı olmak” için yazar.
Buna bağlı olarak Afrikalıların “insan olduğunu” anlatmaya girişiyor. Kitabın önemli bir derdi de budur. Kendi aralarındaki çelişkileri kendi kültürel akılları içinde çözen bir köy eşrafı görüyoruz. Bu bile tek başına önemli bir argümandır.
Bundan ötürü üçlemenin ilk serisi olan Parçalanma’da doğum, yaşam, ölüm akışını ele alır ve kültürel formlar içinde bunun nasıl yaşandığını genişçe önümüze serer. Örneğin duygusal, despot, taktiksel veya toplumsal zekâsı ön planda olan birçok karakterin varlığına şahit oluyoruz. Çocukluk travması yaşayanlardan, gündelik duygularının dolambaçlı hallerine dek pek çok durum görürüz. Tüm ‘beyaz adama’ bahşedilen insan olma hallerinin evrensel olduğunu anlatıyor Achebe.
“Okonkwo’nun namı dokuz köye, hatta daha da öteye yayılmıştı” diye başlayan eser, Nijerya’da İbo olarak anılan İgbo halkının yaşadığı Umuofia köyünde geçer.
Okonkwo, tüm hikâyenin merkezindedir. Onun şahsında Nijerya’nın doğu kıyısındaki bu köyün tüm yaşam/kültür ve ahlakına tanık oluruz. En çok da bireysel bir çözülmenin anatomisine!
Tam da burada Okonkwo’ya bir parantez açmak iyi olabilir.
Okonkwo güce tapan, despotik biridir. Bunun temel sebebi babasıdır. Kitap daha en baştan bize şunu der: “Okonkwo’da hâkim olan tek bir tutku vardı: babası Unoka’nın sevdiği her şeyden nefret etmek. Bunlardan biri nezaketti, diğeri ise aylaklık.”
Nefreti ile kitap boyunca paralel yürüyen ve en sonunda da kaderine dönüşen bir şey daha vardır: Korku! Okonkwo domine edemediği her şeyden korkmaktadır. Zayıf görünmekten korkmaktadır. Ve bu korkuları ona sürekli hata yaptırmaktadır. Mesela her türlü şiddetin katı şekilde yasaklandığı ‘Barış haftasında’ eşini döver.
Üç kısımdan oluşan ve ana karakter Okonkwo etrafında gelişenler üzerinden masalsı, hicivli, içten bir 3. tekil şahıs dili üzerinden içine çekildiğimiz kitap, bir sömürge anlatısının ilk taslağı olarak; demiri en derine yani kültür ve yaşam şekline çeviriyor.
Yani tahribatın boyutunu anlamak için projektörü öz’e ve orada ne olduğuna tutmak gerekiyor.
Bunun için kullanılan yol ve yöntem yoğunca efsane ve geleneklerden beslenmek olmuş.
Kötü ruhlar, kişisel tanrılar, içe işleyen mitler ve onlarca katı inanış. Tüm bunlar çok canlı tasvirlerle aktarılıyor.
Bunu takiben yaşamdaki hiyerarşik kalıpların uzantısı olarak unvanlar, zenginlik göstergeleri görüyoruz. Ortak normlardan olan evlilik gelenekleri, kadınlara dair bakış, zamanın gündelik hayat içinde bölümlere ayrılması gibi birçok detay görüyoruz. Bir aradalığın göstergeleri olarak sosyal ritüeller, şölenler, festivaller, topluluk halleri, şarkılar ve bayramlar kitap boyunca sesli şekilde kulaklarımıza misafir oluyor.
Kitabın içeriğine dair hızlı bir bakış atmak iyi olacaktır.
İlk etapta Okonkwo’nun gücünü ispatlaması ve köy içinde önemli biri haline gelmesi ile başlar. Bundan sonra, aldığı sorumluluklar neticesinde, kısa bir süre içinde kurguya karışan Ikemefuna karakteri her şeyi değiştirecektir. Okonkwo, yanlışlıkla Ezeudo’nun oğlunu öldürdükten sonra Umuofia’dan sürgün edilir. Dostu ve kitabın rasyonel tarafını da temsil eden Obierika, sürgünde Okonkwo’yu ziyaret eder ve ona Beyaz adamların gelişi hakkında bilgi verir. Obonkwo, oğlu Nwoye’nin Hristiyanlara katıldığını öğrenir. Bu onu yıkar ve oğlunu evlatlıktan reddeder.
Sürgün biter, yedi yıl sonra geri dönen Okonkwo, çok değişen Umuofia köyü ile baş başa kalır. Gelenek, kültür, yaklaşım, inançlar değişmiştir. Kiliseye savaş açar ve oradan birinin kafasını keser. Bu kişi kilisede önemli biridir. Okonkwo, bu cinayetin ardından intihar eder.
Umuofia köyünde intihar bir başarısızlık olarak görülür. Başarısızlık alay konusudur ve ‘kadın’ özelliği olarak tariflenir. Haliyle intihar eden biri gömülmez, bir yabancı ancak gömebilir onu. İntiharın onaylanmadığını biliyor Okonkwo, fakat yine de bu yola başvuruyor. Bundaki temel sebep, köyde başlayan sömürgeci değişime karşı koymanın çaresizliğini görmesi olduğunu düşünüyorum.
Diğer bir tez, beyaz adamın tek bir tanımı var, o da köylüler için “cüzzamlı” demektir. İşte bu cüzzama bulaşmak, zaten onlar için yabancılaşmak, tükenmişlik hatta kötü ruhların olduğu ormana atılmaktır. Bunun nihai sonu da ölümdür. Kendi halk deyimlerinin de dediği üzere ‘Bir parmağa yağ bulaşırsa diğerleri de kirlenirdi.’
Toparlarsak; Bir sömürü çarkının temel dinamiklerinin nasıl doğduğuna, hangi söylem ve eylem üzerinden varlık kazandığına, nasıl değiştirip dönüştürdüğüne ve tüm bunları da hangi araç-gereçler üzerinden meşrulaştırdığına ya da sömürgecinin en önemli silahı olan şiddeti nasıl deneyimlediğine dair bir hikâye var önümüzde.
Bu aynı zamanda bizim de hikayemiz.
Achebe, aslında kendi deneyimini, kendi atalarını ve hikayesini anlatıyor.
Kitapta yeni ve eski arasında bir çatışmayı görürüz. Değişim eskinin tam karşısında, tam zıddıdır ve kabul edilebilir değildir. Çünkü bu kabul durumunda başta erkeklik olmak üzere her şey bitecektir. Değişimin “din” üzerinden gelmesi ilginçtir. Sömürge düzeninin katalizörü din olarak gösteriliyor Achebe tarafından.
Aynı Achebe, erkek-çalışkan-zengin-saygın gibi statüleri erkek üzerinden egemen kültür olarak nasıl işlediğini ustalıkla gösterip, sömürge krizinin başlamasıyla da bunların da kendi aralarında nasıl çatıştığını göstermesi açısından önemli bir manzara sunuyor.
Din olgusu üzerinden adım atıldıktan sonra bunu “mahkeme” takip ediyor, yargı süreci devreye bir güç olarak giriyor.
Kitabın geçtiği dönemin, anlatılanlardan 1900’lerin hemen başı olduğunu anlıyoruz.
Kadın bakış açısı ise kitabın en önemli taraflarından birini oluşturuyor. Okonkwo sürgünde iken bir yerde şöyle bir diyalog geçiyor: “Bir adam işler yolunda ve hayat tatlıyken babasının topraklarına aittir. Ama üzüntü ve acıyla karşılaşınca annesinin topraklarına sığınır. Annen oradadır, oraya gömülmüştür, seni korur. İşte bu yüzden anne yücedir deriz. Okonkwo, annene asık bir suratla gelmen ve teselli edilmeyi reddetmen doğru mu? Dikkatli ol, yoksa ölüyü üzersin.”
Kitap kadının duygu dünyasına ve sözüne çok yer vermezken, bunun etkilerinin de ne olacağını az çok gösteren bir tavır alıyor.
Nijerya’nın yüzyılları bulan sömürgeleştirme (1960’ta bağımsızlığını kazandı) sürecinin arka planda bangır bangır bağırdığı bu kitap, Achebe’nin kendi kökleri üzerinden tüm Afrika’ya bir ağıdıdır, öte yandan edebiyat yoluyla da kolonyalizme karşı direnişidir.
***
Not: Üçlemenin diğer kitapları olan “Artık Huzur Yok” ve “Tanrının Oku”nu da önümüzdeki günlerde bu kitabın devamı olarak, bir kaza bela çıkmazsa, yazmaya devam edeceğim.