‘Snowpiercer’ ve ‘Okya’ adlı filmlerinden anımsayacağımız Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho’un yönettiği Parazit, 2019’da ve özellikle bütün dünyayı saran salgın bağlamında 2020’nin tamamladığımız ilk çeyreğinde üzerinde en çok konuşulan filmlerden biri oldu. Önce ödüllerle adından söz ettirdi. 92. Oscar ödüllerine damga vurdu. Parazit; En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uluslararası Film ve En İyi Özgün Senaryo kategorilerinde dört Oscar kazandı. Oscar tarihinde ilk kez İngilizce dışında bir dilde çekilen film, En İyi Film ödülünü aldı. Hollywood’dan aldığı ödül yanı sıra verdiği ödüller sanat sineması için bir referans teşkil eden Cannes Film Festivali’nden gelen ödülle birlikte entelektüel sinema kritiğinin de merkezine oturmayı başardı. Bütün dünyada büyük ilgi, büyük bir gişe başarısı da filmin bir diğer önemli ödülü oldu. Sadece Bong Joon-ho için değil yükselen Kore sineması için de bu başarı önemli bir marka tescili oldu. Kültür endüstrisinin başat öğesi olarak sinemanın yükselişi Güney Kore’de bir devlet politikası olarak işliyor. Ve bu başarı ile Hollywood sineması ve bu sinemanın müşteri piyasası ile Kore sineması arasında önemli bir ortaklık ve ilişki kurulmuş oldu. 11 milyon dolarlık bir yapım bütçesi ve 200 milyonu aşan gişe hasılatı, sınıf çelişkilerini ve çatışmasına dair güzellemeler yapılan filmin hikayesinden ve verdiği mesajlardan bağımsız olmayarak aslında hangi mecrada aktığına dair önemli bir ip ucu.
Bong Joon-Ho’nun kendisi de dahil olmak üzere, hatta filmi soldan okuyan kimi eleştirmenler de dahil olmak üzere filmin bir kapitalizm eleştirisi olduğu ve sınıfsal çelişkiyi çok iyi işlediği yorumu, eğer kapitalizmi, kültür endüstrisini, sınıfı çelişki ve çatışmasını bilmemekten kaynaklı bir cahillikten dolayı değilse filmin de yapmak istediği gibi bilinçli bir manipülasyondur. Filmin adından başlayarak tasarlanmış, planlanmış bir saptırmanın tüm izlerini film içinde bulabilmek mümkündür. Kapitalizmin kendisi, yaşamın sürmesi için gerekli olan tüm üretimin sahibi geniş yığınların sırtından beslenen bir parazit iken, filmde parazit olarak işaret edilenin yoksul sınıfa ait iki ailenin olması yönetmenin filmi içinde akıtmak istediği arkı çok net olarak çiziyor.
Yoksul ve zengin sınıflara dair film için tasarlanan mekanlar, bu mekanlara dair bütün ayrıntılar, inşa edilen karakterlere ait özellikler, iki sınıf arasındaki ayrımı, çelişkiyi çok keskin bir biçimde gözler önüne seriyor. Özellikle koku meselesi burada çok güçlü bir anafor olarak karşımıza çıkıyor. Yoksulların, zenginlerin burnuna pis kokan, onları midesini bulandıran kendine özgü bir kokusu vardır. Zenginler yoksullukla temaslarında bu kokuyu hemen fark ederler. Üstelik bu neredeyse genetik bir özelliğe dönüşmüştür. Zengin evine yerleşen yoksulların yaydığı ilk kokuyu fark eden evin küçük çocuğu olmuştur. Bütün dünyada hakim beyaz erkek sınıfın yoksulların, göçmenlerin, siyahilerin, kısacası bütün ötekilerin pis koktuğuna dair inşa ettikleri bu sınıf bilgisi, filmin içinde sınıf çelişkilerinin en keskin ayrımının tarif edildiği yer aslında. (Türklüğün, Kürtlük karşıtı inşasında olumsuzlamalarından biri değil midir Kürtlerin kötü koktuğu söylemi mesela?)
Zenginler ne kadar bu bilgiye sahiplerse, yoksullar da zenginler tarafından kendilerine dair kokuyla ilgili bu tanımlamadan haberdardırlar. Ve film içerisinde sınıf çelişkisinin bir yoksul nezdinde kokusuna dair yapılan tanım üzerinden bir sınıf kinine dönüşerek zengine yönelik bir şiddete dönüşmesi belki de filmdeki sınıf çelişkisine, ezilenler tarafından bakan tek noktası. Ancak bu sınıf kini de bilince çıkan bir göstermez, sonuçları hesaplanmamış anlık bir öfke eylemine dönüşür. Ne sınıf kini, ne de sınıf kinine yüklediği şiddet onu özgürleştirmemiştir. Aksine sınıf kini neticesinde işlediği eylemin sonuçlarını karşılayabilmek için daha riskli de olsa özgür bir alanı, dışarıyı seçmek yerine saklanmak için, öldürdüğü zengin adamın bodrumuna kilitlenen güvenli bir yaşamı tercih eder. Tıpkı bu zengin evin bodrumuna kendini hapseden ve evin artıklarıyla yaşamını sürdüren kendinden önceki yoksul gibi.
Sınıf çatışmasının ne olduğuna dair yeryüzünde kanaatimce yapılmadık analiz, işaret edilmedik çelişki kalmamıştır. Bu çelişkilerin ne olduğuna dair yeni analizler yapan filmler çekmek, romanlar, makaleler yazmak Amerika kıtasını yeniden keşfetmeye kalkmaktan başka bir anlam taşımaz. Ama belki de Amerika kıtasını yeniden keşfetmeye ihtiyaç vardır, kıtayı keşfedince öncekilerden farklı olarak ne yapacağınıza dair elinizde bir eylem planı, yeni bir paradigma varsa eğer. Bu filmin de asıl can alıcı noktası, sınıf çelişki ve çatışmalarına dair yaptığı analiz değil, bu çelişkilerin çözümüne dair işaret ettiği yerdir. Kapitalizmin kendisini hedef almayan, bütün kötülüklerin kaynağının kapitalizm olduğunu ve kapitalizm yıkılmadan yoksullar için bir kurtuluş olmadığını işaret eden her analiz ve her çıkış yolu kapitalizmin ikame edilmesinden başka bir yere çıkarmaz. Bong Ho-Jo da tam bunu yapmaktadır Parazit filminde. Film boyunca işlediği sınıf çelişkilerinin çözüm adresi olarak yoksulun sığındığı zengin bodrumunu göstermek. Yoksulluğa mahkumiyet, zenginin artığına razı olmak bir mukadderat. Başka bir çıkış daha işaret ediyor yönetmen elbette ki: “Gerçek kurtuluş seni sömürenler gibi zengin olmaktan geçer.” Bu da filmin son mesajı oluyor seyirci için. Filmin genç elemanı ve hikayedeki tüm çatışmaların başlatıcısı olan “genç” için zenginin bodrumunda hapsolan babasını kurtarmanın yolu mesela o eve alttan bir tünel kazıp gitmek gibi bir radikal eylem değil, evi satın alabilecek kadar zengin olmak tahayyülünde inşa eder yönetmen. Bir Amerikan rüyası.