Esat Oktay Yıldıran, 1988 yılında öldürüldüğünde, arkasında kan ve vahşet dolu bir kişisel tarih bırakmıştı. Herkes kendisini, Diyarbakır 5 No’ludan tanır ama, kariyeri Kıbrıs Harekâtı ile başlar… Kıbrıs Harekâtı’ndan sonra, Kıbrıs Türk kesiminin cezaevleri sorumlusudur ve ilk ayrıntılı işkence deneyimlerini burada, Rum mahkûmlar üzerinde dener. 12 Eylül’de namlı bir işkenceci olarak, bizzat Kenan Evren tarafından, Diyarbakır 5 No’luya tam yetkili olarak gönderilir. Burada yıllar boyu işkenceleri yönetir, erkek ve kadın mahkûmlara sadizmin insan hayalinin sınırlarını zorlayan boyutlarını yaşatır. Fiziki ve psikolojik olarak pek çok işkence metodu kullanır; elektrik, su, fare yedirme, falaka, kaba dayak, dışkı yedirme, erkekleri çıplak bir şekilde yatağa girmeye zorlama vb… Bunların dışında özellikle erkek mahkûmlar arasında uygulanan bir yöntem, bütün mahkûmların hatıralarında özel bir yer tutar. Esat Oktay, özel olarak eğittiği bir kurt köpeğini, siyasi mahkûmların koğuşlarına girdikçe onların üzerlerine saldırtmakta, (Anlatılanlara bakılırsa, köpek özellikle mahkûmların hayalarını hedef alarak saldırmaktadır.) köpeği bir işkence aleti olarak kullanmaktadır.
Diyarbakır’da geçtiğimiz hafta, adli bir vaka sonucu bir polis memurunun öldürülmesi olayının ardından, Esat Oktay’ın ruhunun polis köpekleriyle birlikte yeniden sahne aldığını gördük. Böylelikle, 90’lara mı döndük/döner miyiz/dönüyor muyuz diye tartışırken, bu olayla birlikte birdenbire 12 Eylül’den rol çaldığına şahit olduk… Olaya buradan yaklaşırsak, yani iş buralara kadar geldiyse, 80’lerin sonucu net, devletin de defaaten kabul ettiği üzere, Kürt hareketi, Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nden ve büyük oranda burada yapılan işkencelerden ortaya çıkıp, çelikleşmiş, siyasallaşmış bir harekettir.
Öte yandan, köpek meselesi benim kişisel hikâyemde de önemli bir yerde durur. 2000 yılında Burdur Cezaevi’nde kopartılan kolum, Isparta’da rastgele mezarlığa atılınca, onu bulan köpekler tarafından sokaklarda gezdirilmiş ve devlet burada da kendine yakışır bir skandala daha imza atmıştı.
Köpekler, belirli bir amaç doğrultusunda eğitilirlerken, aslında bu yaptıklarının oyun olduğunu düşünürler, tıpkı çocuklar gibi, oyunla öğrenirler ama çocuklardan farklı olarak yaptıkları şeylerin oyun olduğunu düşünmeye devam ederler. Özellikle arama kurtarma köpekleri tümüyle böyle eğitilir. Dolayısıyla burada köpeği ahaliye saldırtırken, polis yetkilileri yalnızca vatandaşa karşı değil, bizzat o köpeğe karşı da hayvan hakları bakımından suç işlemektedirler, zira tıpkı bir pedofilin bir çocuğu oyun oynarmış gibi istismar etmesine benzer bir şekilde, yetkililer de köpeğin oyun duygusunu istismar etmektedirler.
Tabii burada, bundan başka mesele daha var, Diyarbakır’da polisin öldürülmesi olayı ile aşağı yukarı aynı günlerde, Bursa’da da bir polis gene adli nedenlerle öldürüldü, ama Bursa’daki olayda ne vatan millet hırıltısı ne köpekli timlerin konu komşunun evine dayanıp insanları ısırmalarını ne de olayın failinin “devletin şefkatli kollarındaki” çıplak ve yanında cop olduğu haldeki fotoğrafı görüldü. Diyarbakır – Bursa karşılaştırmasından ortaya çıkan sonuç: Kürtlerin, (AKP’lilerin 17-25’te söyledikleri gibi) adli de olsa “suç işleme özgürlükleri” de ellerinden alınmış durumda.
Hülasa aslında, köpekler (bütün paramparça hatıralara rağmen) bizim dostlarımız. Bununla birlikte, Türklerin binlerce yıllık devlet geleneği içerisinde köpek, köpeklik, köpekleştirme hep önemli bir yerde durmuş. Bir Oğuz atasözü şöyledir: “Tok it, iyi av yapmaz…” eee “Aç köpek de ambar deliyor…” O zaman, ikisinin arasında, ölmeyecek kadar bir yer bulmalı… Ki, AKP’nin 15-20 yıldır uyguladığı yoksulluğu yönetme stratejisi tam da bu ikisi arasındadır.
Vekiller başta olmak üzere seçilmişlerin tutuklanması, kayyumlar ve savaş kadrolarının revaçta olmasına bakarak, AKP-MHP faşizminin elinde yalnızca zor aygıtlarının kaldığını görmek zor değil. Ama bu aygıtlar da dönüp dolaşıp HDP’ye tosluyor, dolayısıyla AKP’nin ‘zorla’ yürüttüğü stratejiyi sürdürülebilir kılmanın yolu “Taşları bağlayıp, köpekleri salmaktan” geçiyor… Bir de Musa Anter’in sıklıkla dile getirdiği gibi “Bizim itimiz olup da el kapısında ürmeyi bilen”lerin devşirilmesinden.